29 Ağustos 2015 Cumartesi

mutluluk

   

"Aşkın kötüye gitmesi Jane Austen'in suçu değildi. Hatta sizi uyarmadığını söyleyemezdiniz. Kadın kahramanları mutluluğu yakalardı bir şekilde, ama kitapta her zaman mutlu sona ulaşmayan başka karakterler de olurdu- Sense and Sensebility'deki Brandon'un Eliza'sı; Pride and Prejudice'deki Charlotte Lucas, Lydia Bennet; Mansfield Park'daki Maria Bertram. Bunlar dikkat göstermeniz gereken kadınlarken göstermediniz."


   Bu alıntı Jane Austen Kitap Kulübü kitabından. Altını çizdiğim yerleri yeniden gözden geçirirken fark ettim. Bu zamana kadar Jane Austen'le ilgili okuduğum her yazı mutlu sonları ön plana çıkarıyordu. Ama birkaç satır yukarıda dediği gibi biz yalnızca büyük resme baktık. Belki de o "dikkat göstermemiz gereken kadınları" görmemek, görmezden gelmek hoşumuza gitti kim bilir? Belki de o kadınlarda kendimizden izler bulduk ve mutluluğa ulaşamamalarını önemsemek istemedik. Çünkü oralarda bir yerlerde bir umut kırıntısı bırakmak istedik. Lizzy'nin Bay Darcy'yle imkansız görünen evliliğinin gerçekleşmesini sevdik Emma'nın mutluluğunu çok yakınında bulması hoşumuza gitti, hadi itiraf edelim Albay Brandon'ın Marianne'e olan sevgisi bizi mest etti, Yüzbaşı Wentwort'un yıllarca başka kimseyi sevmemiş olması gözlerimizi kör etti ve her hikayenin sonu geldiğinde bize hissettirdikleri güzeldi. Neden kendimize benzeyen kadınları düşünelim ki onların hayatını yaşıyoruz zaten! Bize biraz ümit etme cesareti gerek! 
    Ve şöyle de bir gerçek var ki çoğu zaman hayatın bizi geri plana ittiğini düşünen biz, şansın bizi her seferinde ıskalamasına ifrit olan biz, bizi önemsemeyen diğer tüm insanlardan kolayca nefret edebilen biz; Eliza'yı geri plana ittik, Charlotte Lucas'ı ıskalayan mutluluk üzerinde düşünmedik, Maria Bertram'ı önemsemedik. Neticede insan garip bir varlık, zihninin sınırlarını bilmeden ona hükmedebilen. Bundan sonra mutlu sona ulaşan tüm karakterlere imrenmenin yanında mutluluğu yakalayamayan karakterlerle dertleşmeyi de ihmal etmeyeceğim.  


(Charlotte'ın bu sözü Bay Collins'in evlilik teklifini kabul ettikten sonra söylemesine dikkat etmiş miydiniz hiç? Bay Darcy ona aşık olsa böyle söyler miydi acaba?)

25 Ağustos 2015 Salı

Kadrolu Ev Kızı

       


       Bir dakika bir dakika! Hani ben okula giderken annem evde istediği kadar uyuyup, o oturma senin bu oturma benim geziyordu!! Oyuna getirildik!
        Yaz tatili başlayınca kendime izlenecek filmler, okunacak kitaplar, izlenecek diziler vb. listeler yaptım yani anlayacağınız harika bir tatil planlamıştım. Ama annemin benim için daha harika bir tatil planı varmış. Zaten yaz tatili de siz plan yaparken annenizin başınıza getirdiği şeylerden ibaret değil midir? Kışın "okuyom ben yaa" diyerek bir çırpıda kurtulduğum işlerden şimdi annem "bütün gün evde oturuyosunuz kalkın da biraz iş yapın" diyerek bir çırpıda kurtuluyor. Dün elinde bir poşet bamyayla "size terapi yaptırıcam" dedi. Bence baya eğleniyor.



        Millet yaz tatillerinde Bay Darcy'sini falan buluyor işte biz de salça yapıyor, yün yıkıyor, reçel yapıyor, konserve yapıyor ve deliriyoruz. Gündelik temizlikten bahsetmiyorum bile ama temizliğinde yaz, bayram, ramazan, altın günü, misafir gibi çeşitleri var ki sanırsın depresyonun kapıları Austenzede'ye açılıyor. Kışın okulda toplumsal sorunlara çözüm ararken yazın konserve rendeleyerek mi yoksa doğranarak mı daha iyi olur tartışmalarına katılıyorum. Bir de annem tüm bu işleri "yapar mısınız" "rendeler misiniz" "yardım eder MİSİNİZ" gibi cümlelerle yaptırıyor ki katiyen hayır diyemiyorsun. Kadın işi çözmüş bence psikolojik boyutlarını irdeliyor. Akışa kendinizi kaptırırsanız bir anda müzik dinleyerek kitap okumaktan hoşlanırken Kral fm eşliğinde fasülye ayıklamaktan keyif alır hale gelebilirsiniz. Bu oyunu bozmalıyız!! Ruhumuza bunu yapmalarına izin vermemeliyiz o zaman ben şu tozu da bir alayım da ne yapacağımıza gelince karar verelim. 
         Uslu bir çocuk olabilirsek kim bilir belki yün çırparken Bay Darcy'yi bile görebiliriz.


Ayrıca dometes konservesi rendeleyerek yapılır doğranarak yapılması teklif dahi edilemez.

23 Ağustos 2015 Pazar

Karışık Kaset

 

Herkesin çok övdüğü şeylere 2 kat ön yargıyla yaklaşıyorum. Karışık Kaset'in filmini izlemiş ve pek de beğenmemiştim. Geçenlerde kitabını okuma fırsatı buldum ve sadece "yine film çekeceğiz diye mahvetmişler cağğğnım kitabı" diyebildim kitap bittiğinde. Önceki ön yargılarım için kendimden utanıyorum. Ama bir kitabı okumadan filmini izlemek çok kötü bir şey bence çünkü Ulaş karakteri, Sarp Apak İrem karakteri, Özge Özpirinççi'ydi zihnimde bir türlü değiştiremedim.


Kitap beklentilerimin çok üstündeydi. Bir kere Türkçe müziğin tarihini görüyoruz kitapta. Ben sıradan bir dinleyiciyim popüler olan şarkılar dışında bir şarkıcının diğer parçalarını ezbere bilmem. Kitap sayesinde hiç duymadığım şarkıları dinleme fırsatı buldum. Şarkıları dinleyeceğim diye çoğu zaman sayfayı yarıda bıraktım. Ama tavsiyem tüm şarkıları dinleyerek ilerleyin muhteşem oluyor! Kitabın konusu güzeldi ama ben üslubuna vuruldum. Çok samimi geldi bana ne bileyim. Kitapta Ulaş karakterini çok sevdim. Bir erkeğin ince düşünceli olması garibime gitti. Ayrıca  insanın bir hobisinin olması ne güzel şey. Çoğu zaman boş yaşıyorum hissine kapılıyorum. Benim uğraştığım her şey yüzeysel bir ilgide kalıyor hep. Ne acı!


       Yazarın kendi hakkında düşündükleri benim yıllardır kişiliğim hakkında kafamda evirip çevirdiğim şeylere cevap oldu. . Hani güneş yavaş yavaş batarken oda kararır sonra biri gelir ışığı açar bir anda aydınlanır ya her yer zihnimde onu yaşadım. O zaman fazla uzatmadan o alıntılara geçeyim. Bu arada kitabın konusu bile yazmıyor bu nasıl kitap inceleme yazısı demeyin ben beceremiyorum spoiler vermeden özet yapmasını. Bağışlayın beni.
      -Sıradan bir diş fırçalama seansı hayat muhasebesine dönüşüyor. (Diş fırçalarken bir filozoftan hallice oluyor insan yani o sırada Sokrat gelse diz çöker tövbe eder :D)
      -Rakamların ruhu olmaz. (Kesinlikle ruhsuz, vicdansız bir şeyler ben onların sayı hallerini de hiç sevmezdim zaten)
     -Bence bir insan Sezen Aksu konserine tek başına gidiyorsa yalnızdır. (Peki Karışık Kaset filmine tek başına gidiyorsa çok mu yalnız oluyor insan, yoksa daha mı az?)
   -Benim kendimde görüp tutarlılık dediğim, hep aynı hataları yapmak. Başkalarında görüp tutarsızlık dediğimse kendine sadık olmaktan başka bir şey değil. (İşte ilk aydınlanma burada gerçekleşti.)
    -Aptallar kendi hatalarından, akıllılar başkalarının hatalarından ders alır, diyorlar. Bence tam tersi. Benim gibi aptallar gazetede okudukları, televizyonda gördükleri gerçek hayatlara, şarkılarda, filmlerde, romanlarda gördükleri hayatlara, arkadaşlarının hayatlarına, kitaplarda verilen öğütlere bakıyorlar. Suya sabuna dokunmayan, hata yapmamak için başkalarının hatalarından kopya çeken birer tembel ve asalağız biz. Boşuna uğraşıyoruz çünkü başkalarının hayatından ders alamazsın. (20 sene boyunca hata yapmamaya çalıştım ama benim yaptığım hiçbir şey yapmamakmış.)
    -Yalnızlık benim için bir tercih değil. Saçlarımın siyah olması gibi bir şey. (Yalnızlığın en gerçekçi tanımı bence.)



Son olarak eğer ben bu kitapta olsaydım Nil Karaibrahimgil'in Çok Canım Acıyo şarkısı olurdum. Ve olurda görüşemezsek iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler.

Jane Austen Temalı Telefon Kılıfı: Uğraşlar 2

   Merhaba. Şimdi size son zamanlarda kafayı taktığım bir şeyden bahsedeceğim. Ve lütfen benden nefret etmeyin. Bu gibi "uğraşlar" benim dünyayı sevmeye çalışma tarzım :D
   Akıllı telefonlar çıktığından beri bir kılıf çılgınlığı başladı. Yeniliklerden nefret eden ruhum bu akımı da garipsedi ve bende yeniliği sevdiğim şeylere dönüştürerek kabul etmeye karar verdim. Hiçbir kılıf benim ruhumu yansıtmıyordu ve ben de ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Bana neden bir kılıf senin ruhunu temsil etsin ki gibi bir soru sorabilirsiniz tabi bu en doğal hakkınız. İşte benden nefret etmeyin diye giriş yapmamın sebebi de buydu zaten. Neyse lafı uzatmadan kılıfların fotoğraflarına geliyorum.
 1) Öncelikle şeffaf bir kılıf aldım. Sonra kılıfın boyutlarını bir kağıda çizdim. İşaretlediğim yerlerden kestim. Bu ilk çizdiğim kılıf içi kağıdı (haha o ne be! ne denirdi bilemedim :D) Jane Austen gölge resmi ve altında "i am half agony half hope" yani "bir yanım ızdırap bir yanım umut" yazıyor. Neden İngilizce yazıyor derseniz Türkçe olunca insanlara açıklama yapmak zorunda kalıyorum ama çevremdekiler başka bir dilde bir söz gördüklerinde üzerinde durmuyorlar :D



2) Bu daha basit bir kılıf içi :D Bay Darcy'nin sözlerinden oluşuyor. İlk kısımda Bay Darcy'nin, Lizzy'nin onu cezbedecek kadar güzel olmadığını söylediği cümleler. İkinci kısım Bay Darcy'nin evlilik teklifi. Üçüncü kısım Bay Darcy'nin Lizzy'ye "duygularınız geçen nisandakiyle aynıysa hemen susabilirim ama benim duygularım değişmedi" dediği cümleler. Yani bu kılıf Bay Darcy'nin kitaptaki duygu değişimini baştan sona özetliyor. Asıl güzel olan kısmıysa kılıfı gören insanlar sadece bir el yazısı sanıyorlarken benim için anlam taşıması. Buraya yazınca biraz komik geldi ama yazarken hiç de öyle değildi. Emin olabilirsiniz :D


3) Bunu aslında tesadüfen çizdim. Pinterestte bir Jane Austen çizimi gördüm. Onu öylesine kağıda çizdim sonra benzediğini fark edince boyadım ve yine Jane Austen'in en sevdiğim sözünü yazdım.




Ve işte bu kadar. Siz de size özel kılıflar telefonunuzu süslesin istiyorsanız benim yöntemimi kullanabilirsiniz. Kılıflar hakkında yorumlarınızı merak ediyorum. Şimdilik hoşça kalın. 

Bu arada Pinterest'deki çizimi merak edenler için.







21 Ağustos 2015 Cuma

SIDIKA

         

       Gir içeri kır dizini dön önüne kız Sıdıkağğğ..
Üzgün olduğumda, canım bir şeye sıkıldığında Sıdıka'dan bir sayfa açarım ve sanki en yakın arkadaşımmış gibi beni nasıl güldüreceğini bilir. Sıdıka'dan bir bölüm okumak demek benim moralimin yerine gelmesi demek. Neyse fazla da abartmayalım aslında böyle olmasını isterdim ama moralim bozuk olduğu zaman içimden yemek yemek dışında hiçbir şey yapmak gelmez, dürüst olalım. Tek bir satır bile okuyamam ayrıca benim arkadaşım da yok nereden bileceğim arkadaşlar birbirini nasıl güldürür? Ki bu çok ayrı bir konu nereden geldik buraya?


           Şimdi hatırladım da 9. sınıftayken fizik sınavımın sonucunun açıklanacağı ders okumuştum Sıdıka'yı. Aldığım puanı öğrendiğimde yüzümdeki aptal gülümsemeyi saklamaya çalışmıştım şimdi aklıma geldi. Sıdıka bana gülmeyi öğretmişti. Onun yaşadıklarının yanında benim önemsiz bir notum nasıl üzücü olabilirdi ki. O küçük bir eve şenlikli bir ruh sığdırabiliyorsa ben nefret ettiğim liseye neler sığdıramazdım? Kitabı ilk okuyuşumda işte dedim Sıdıka gibi insanlar yaşamalı dünyada biz kalabalık yapıyoruz sadece. Bu arada aldığım notu merak ediyorsanız hemen söyleyeyim sevimli bir 30. Hey gibi günler hey! Biz eski 30 alanlardan kaç kişi kaldı dünyada.


            Sıdıka'nın zihni her zaman bir düğün yeri gibi. Her renge, her düşünceye, her şekle uygun bir şeyler var. Kendisine gelen görücüleri modern dansla tanıştırıyor mesela, babasının rakı şişesini saran gazeteleri okuyarak bir dünya görüşü oluşuyor, görücülerinden en çok şarap tadımcısı olanı beğeniyor, 40 yıllık minibüs şoförüne sürüş dersi veriyor, o bir araştırmacı ev kızı, annesi iyi bir kek yapmanın sırrını çözmesini beklerken evrenin sırlarını anlamaya çalışıyor Sıdıka,  kendi deyişiyle okusa Madam Küri olup Sıdıkanyum elementini bulacak kız ama...
            Kitaptaki diğer karakterler de Sıdıka kadar dikkate değer. Samim Saka, erkek olmasından mütevellit ailede saygı duyulan birisi erkeksi şeyler dışında pek bir şeye de ilgisi yok esasen.


Zekeriya Saka, içmese özünde iyi insan aslında ya neyse. Safiye Saka, kızının her yaptığı şeyi babasına söylemese o da sevilesi ama kızının dövülerek düzeleceğini(!) sanıyor ne yapsın.


Ve Kenar ahh çekseydi altına bir Tempra Sıdıka dahil tüm kızlar kul köle olacaktı ya kendisine fakat delikanlılığından başka bir şeyi yoğ idi. Benim favori karakterimdir kendisi. Aslında buradan konuyu hala ne kadar çok Sıdıka olduğuna, kızının dövülerek yola geleceğine inanan ne çok Safiye olduğuna getirmek isterim fakat şimdilik güldüren haliyle kalsın Sıdıka bırakalım düşündürmesin.
            Sıdıka benim en sevdiğim, sevdiğim kadar kıskandığım bir karakter. Ne! Siz daha okumadınız mı? Ha unutmadan ben bu kitapta olsaydım babası Sıdıka'ya zorla tavla oynatırken balkondan "yanlışlıkla" düşen taş olurdum.
            
            
         

16 Ağustos 2015 Pazar

THE ABİYE

           

 Size hayatta en nefret ettiğim 9. şeyin abiye alışverişi olduğundan söz etmiş miydim? Ağustos sonu Eylül başı malum düğün dernek ayı bizim ailede de kınasıdır sünnetidir nikahıdır düğünüdür derken önümüzde 6 adet abiye giyilmesi gereken toplanma mevcut. Bir kere konuya giriş yapmadan belirteyim Eylül benim depresyon ayımdır. Çünkü yaz bitmiştir ve okul açılmasına günler kalmıştır benden nasıl çiftetelli oynamamı bekleyebiliyorsunuzdur vicdansızlar! Ama kasap havasına okeyim hiç dayanamam, depresyon falan unuturum ki bu apayrı bir konu. Bu kısa bilgiden sonra konuya kesin dönüş yapıyorum.


E attık kendimizi bir alışveriş merkezine tabi. Ama öncesinde bir hafta kendimi bu fikre alıştırdım. Acil durumlar için nefes egzersizi yaptım. Alışveriş sonrası neler yiyebileceğimizi düşünerek bu fikri çekilir kılmaya çalıştım. Alışveriş fikrine ısınınca savaş boyalarımızı sürdük ve arenaya attık kendimizi. Başlangıçta gözlerim yandı. boğazım kurudu. başım döndü ama ilk yarım saat sonunda artık ben de gerçek bir savaşçıydım. Burada düşman abiyeler değil yanlış anlamayın burada düşman satıcılar. Çünkü o her santimetrekaresinde boncuk olan fıstık yeşili kuyruklu elbisenin içinde sırıtan kadına bu elbise size inanılmaz yakıştı diyen birinin dost olmasını bekleyemezsiniz, beklememelisiniz!


Bir abiye alışverişinde karar vermeniz gereken ilk şey abiyenin uzun mu kısa mı olacağıdır ki bu evlenen kişinin yakınlık derecesine göre değişebilen bir olgudur. Eğer ne alacağınız konusunda bir fikriniz yoksa satıcının yönlendirmesiyle bir anda kendinizi fıstık yeşili elbisenin içinde buluverirsiniz valla. Hoş kararlı olsanız da bir şey fark etmez eğer satıcıya taşsız, pulsuz, sade, dümdüz bir elbise istediğinizi söylerseniz koca bir "cık cık cık" la karşı karşıya kalmanız muhtemel. Bundan sonrası satıcının sizi taşsız abiye olamayacağına ikna etme çalışmaları  falan filan. Karar vermeniz gereken diğer bir husus abiyenin rengidir. Gideceğiniz gereken yer kınaysa abiye kırmızı olmamalı gideceğiniz yer düğünse abiye beyaz olmamalıdır gerisi zevkinize kalmış. Son karar aşaması abiyenin kesimidir o da vücut tipinize ve satıcının insanlığına göre değişebilir.


 Artık o mağaza senin bu mağaza benim derken kendinize göre bir şey bulamadıysanız geçmiş olsun bu başka bir gün aynı çileleri çekeceğiniz ve bu alışveriş olayının sonsuza kadar sürecek olması anlamına gelir. Ümitlerin tükendiği anda mağazalara yalnız elbise bakmak için girmezsiniz. Artık insanlara da gözünüz kayar kavga eden gelin kaynanalar, sinir krizleri geçiren damatlar ve kendini yerden yere atan yaş ortalaması 3 olan zavallı çocuklar sizin eğlence kaynağınızdır. Ve abiye alışverişinin tek neşeli kısmıdır. Çünkü artık hiçbir abiyenin içinde Burcu Esmersoy gibi görünmeyeceğinizin farkına varmışsınızdır ve bir kere giyilecek bir şey için bir servet harcayacağınız da aklınıza kazınmıştır haliyle biraz neşe arıyorsunuzdur.


İşte dünkü alışverişimizin bu aşamasında şahit olduğum bir sahneyi hemen ekleyeyim yazıdan bunaldıysanız belki gülümsersiniz. Kadın kısa bir abiye deneyen kızına "bu abiye ben görümceyim demiyo sanki ben teyzesinin kızıyım falan diyo ay çıkar şunu" dedi. Tebi ben şok. Bu yazıyı o kadın yazsaydı ne eğlenirdik be. Ama o şimdi kaynana abiyesi arıyordur, oyalamamak lazım. Mazallah dikkati dağılırsa damadın komşunun evde kalmış kızıyım diyen abiyenin içinde buluverir kendini.


 Neyse artık yazının sonuna geleyim sonucu merak ediyorsanız dün önümüzdeki 6 düğün için ihtiyacım olan şeyleri aldım fıstık yeşili ve uyduruk taş barındırmadığına sizi temin ederim :D 



       Hazır laf açılmışken Jane Austen'in modadan pek hoşlanmadığını ve bir mektubunda keşke elbiseleri hazır alabilseydik dediğini biliyor muydunuz vallahi ben Claire Tomalin'in yalancısıyım. Sevgili Jane Austen elbiseleri hazır olarak alabildiğimiz günümüz dünyasında da bu iş hayli garip demem o ki sevmiyorsak gidip susmalıyız bence. E görüşürüz o vakit. Olur da görüşemezsek günaydın, iyi günler, iyi akşamlar ve  iyi geceler.

-Resimler Pinterest'ten!

14 Ağustos 2015 Cuma

Rüzgar Gibi Geçti

             

     Rüzgar Gibi Geçti, savaşın anlamını gerçekten öğrendiğim kitap. Savaşın bir insanın ruhunu nasıl etkileyebileceğini öğrendiğim kitap. Ve 1800'lü yıllarda kadınların aptal olmak için yetiştirildiğini öğrendiğim kitap. 
   Rüzgar Gibi Geçti kitabını hep duyup bir türlü okuma fırsatı bulamamıştım. Geçen Sahaf Festivalinden aldım ve okumaya başladım. Kitap 2 cilt halinde ve 2 cilt olmasına rağmen su gibi akıyor. Beni kitapta çeken şeylerin başında ana karakter Scarlett O'hara'nın kötü olması geliyor. Yani bazen her yönüyle iyi karakterler insanı sıkıyor. İnsan sadece iyi olamaz bence. Zıt duyguları barındırdığı için insan insandır. Bazı kitaplardaki kötü karakterler sanki içinden "evet şimdi bir kötülük yapmalıyım"  diyerek davranıyorlar gibi bir algı yaratılıyor. Kitapta Scarlett'in -bana göre- yaptığı kötü davranışlara zihninde nasıl kılıf bulduğunu görünce bir kere daha bağlandım kitaba. Sonuçta kimse kötü olduğunu kabul etmez öyle değil mi? Rhett Butler'ı çok sevdim. Asley'in olduğu kısımları okurken zihnimde onu pek çok kere dövdüm. Melanie'ye hayran oldum. Onun gibi bir insan olmak isterdim. Scarlett'in kitap boyunca kötü olayları "bunu yarın düşünürüm" diye savuşturmasını çok sevdim. Bu büyük bir meziyet bence. İstemediğim durumlar karşısında kitlenip kalan ben Scarlett'in bu yönünü çok kıskandım itiraf ediyorum. O dönemlerde kadınların sadece koca bulmak üzere yetiştirilmeleri çok garibime gitti bu kadını aptal gösteriyor ama bu şekilde yetiştirilmelerine rağmen kocalarını parmaklarında oynatan kadınları görünce de içimden sinsi sinsi gülmedim değil :D Kitapla ilgili insanlık için küçük benim için büyük bir spoiler vereyim okumayı düşünenler gözünüzü bu cümlenin devamında kaçırın lütfen bana düşman olmanızı istemem :) Kitabın belirli bir sonu yok daha doğrusu benim istediğim gibi net bir sonla bitmiyor sanki daha devam edecekmiş gibi bitiyor ama sonunun böyle olduğunu bilerek okumaya başlasaydım yine de okurdum.
         Son olarak kitaptan birkaç alıntıyla yazıyı bitiriyorum.


-Toprak, uğrunda çalışmaya, savaşmaya ve ölmeye değen biricik şeydir.
-Nedir bu Yankeeler gibi, uşaklar gibi aşkla evlenme modası! Amerikan marifeti! En iyi evlilikler, ailenin genç kızları yerine karar verdikleri evliliklerdir. (çok güldüm :D)
-Savaşlar bittiği zaman, insanların çoğu ne için savaştıklarını unutmuş olurlar.
-Para mutluluk ve aşkı satın alamaz ama bunların yerine en oyalayıcı unutturucu şeyleri satın alabilir.
-Nüfuz en önemli şeydir. Suçlu olmak ya da olmamak entelektüel bir meseledir.
-Tanrı bilir neden ama evlilik erkekler için zevklidir. Bunu hiçbir zaman anlayamadım. Ama kadınlara sadece bir lokma yiyecek, bir yığın iş, erkeklerin saçmalıklarına dayanma ve çocuk doğurmak düşer. (Evde kalacağım göz önünde bulundurulursa bu alıntıyı ezberlemeliyim evlenen arkadaşlarımı güzel üzer.)
-Dünya erkeklerin dünyasıydı..Erkekler malların sahibiydiler ve bu malları kadınlar yönetirdi. Yönetim iyi olursa bunun şerefi erkeklere aitti, kadınlara da onların zekasını ve becerikliliğini övmek düşerdi. Erkekler, ellerine bir kıymık batsa boğa gibi kükrerler, kadınlar çocuk doğururken bile seslerinin duyulmamasına çalışırlardı, erkekleri rahatsız etmemek için. Erkekler kaba konuşur ve sık sık sarhoş olurlardı. Kadınlar kaba sözleri duymazlıktan gelir ve sarhoş kocalarını acı sözler söylemeden yataklarına yatırırlardı. Erkekler tok sözlü ve nemruttular, kadınlara iyi kalpli, nazik ve hoşgörülü olmak düşerdi. (Hem üzdü hem güldürdü hem düşündürdü hem erkeklerden nefret ettirdi hem kadın olmaktan mutlu etti)
         Unutmadan ben bu romanda olsaydım eğer savaşın ilk kurşunuyla yanlışlıkla ölürdüm fazla hayal kurmaya gerek yok çünkü realistlik.
            Bu sefer gerçekten son, kitapta diyor ki "bir çift sallantılı küpenin etkisine kapılmayacak erkek yoktur" yani tam olarak cümle bu olmasa da bunun gibi bir şeydi bu gerçekten doğru mudur? Bir cevap verecek olan var mıdır? Lütfen olsun çünkü.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Anlaşılmaz

         "Biz kadınlar...." diye başlayan cümleleri içim şişmeden dinleyemem. Aslında çoğunlukla içimden çok ağır konuşuyor olduğum için cümlenin sonunu da dinlemem. Genellemeler ruhumu sıkıyor. Bir de "ah kadınlar ne anlaşılmaz varlıklar" cümlesi var ki o içimde şiddet duygularını pekiştirir. Genel olarak zaten hiçbir insan kendini anlayamıyor. İnsan karmaşık bir canlı. Çok ciddiyim bir gün bir kavgaya karışırsam sebebi bu olacak büyük ihtimal. Bir de "ay evet ya anlaşılmazız biz" türevi cümleler kuran kadınlar vardır ki o konuya hiç girmiyorum. Bence kadınların anlaşılmaz olduğunu düşünen bir erkek tüm kadınların "aynı" olduğu gibi masum bir hayale kapılmış. Karıştırdın sen hep aynı olan erkekler. Bence kadınlar anlaşılmaz değildir sadece hepsi birbirinden farklıdır. Bu da kadın cinsiyetine böyle bir mana yüklenmesine neden oluyor. Bir erkek tüm kadınları çözme düşüncesini bırakıp sadece anlamak istediğine yönelse sorun kalmayacak. Belki bütün erkekler de farklıdır ama şu ana kadar hiç itiraz ettiklerini görmediğim için öyle olduğunu farz ediyorum. Her neyse sadece artık sosyal medyada kalın kalın kitapların fotoğraflarını atıp kadınları anlama kılavuzu temalarından sıkıldım şuraya içimi bir dökeyim dedim. Ayrıca bir kılavuz yazılsa bile tabi ki kalın olacaktır dünya üzerindeki her kadına en az bir sayfa ayırmak gerektiğinden o da.




11 Ağustos 2015 Salı

Düşünüyorum kitaplarım açık

         Ne zaman bir film izlesem ya da bir roman okusam çevremdeki tepki hiç değişmez. "Ne kattı şimdi o sana otur da yararlı bir şeyler oku", "madem bir şeyler izlemek istiyorsun bari belgesel falan izle de bir şeyler öğren"!!! Downton Abbey'i bitirdikten sonra Ayşe Kulin'in Veda'sına başladım. Bu planlanmış bir şey değildi üzerinde düşünmemiştim. Downton Abbey de Veda da 1. Dünya Savaşı yıllarını anlatıyor. Yani demem o ki 1. Dünya Savaşı'nı farklı gözlerden gördüm ben ve bunun bana bir şey katmadığını söylerseniz çok affedersiniz ben bunda fesatlık ararım samimiyetsizlik ararım! Sanırım biz burada kaybettik yani insanlıkta. Tüm insanlar olarak her olağanüstü halde önce insanlığımızı unuttuk biz. Bir yerde L gencecik yaşında hayata gözlerini yumdu bir yerde X, bir yerde N dul kaldı bir yerde E, bir yerde İ babasını bir daha ömrü boyunca göremeyecek bir yerde H.(Spoiler olmasın diye isim yazmadım oturduğumuz yerde düşman kazanmak istemeyiz tabi). Ve benim burada yapabildiğim tek şey üzülmek herkes adına. Mesela ben 11 Eylül 2001 tarihini pek çok evin gözünden gördüm. Amerika'da bir iş adamının evinden, Amerika'da annesi budist babası müslüman bir çocuğun evinden, Türkiye'de Müslüman bir ailenin evinden, İran'da yoksul bir ailenin evinden, Türkiye'de Hristiyan bir ailenin evinden... Elbette herkes kendi bakış açısını yansıtıyordu elbette herkesin haklı ya da haksız olduğu taraflar vardı ama şimdi benim bu olaya bundan sonra sadece kendi bakış açımdan bakabileceğimi kimse düşünemez. Hepsini geçtim basit bir boşanma olayında bile çok yönlü bir bakış açısı kazanmanızı sağlıyor işte bu hiçbir işime yaramayacağını düşündüğünüz kitaplar, filmler, diziler... Belki hiçbir bilgi birikimi olmadan duygularımla yazıyorum bu yazıyı ama ben sürekli bir şeylere nefret etmekten sıkıldım artık insanlığımı hatırlamak istiyorum sürekli unutturmaya çalışılan. Ben Voldemort'u da anlamak istiyorum bu kötülüğünün ardındaki sebepleri görmek istiyorum, Malfoy'un Hermonie'ye bulanık diyen pis babasını da anlamaya çalışmak istiyorum, Legolas'ın kötü yanlarını görmek istiyorum mesela her ne kadar olmasa da, Harry'nin haksız olduğu tarafları da merak ediyorum ben ne bileyim Edward Jacop'tan neden nefret ediyor bunu görmek istiyorum sonuçta gül gibi çocuk ondan niye nefret edelim ki niye bir taraf seçmek zorunda kalalım kurtadamlar ve vampirler arasından, Gollum'u da sevmek istiyorum ben ayh yeter bu kadar hümanistlik. Ciddiyetle başladığım yazıyı yine ciddiyetsiz bir şekilde bitirdim artık Allah affetsin gideyim de Caroline'dan nefret edeyim ben biraz hadi hoşça ve hoşgörüyle kalın unutmayın empati empati...

3 Ağustos 2015 Pazartesi

erkekler

   

    Küçük bir kız çocuğuyken erkekler bana sadece gizemli gelirdi. Çünkü hiç erkek kardeşim ve kuzenim yoktu. Hayatımda gördüğüm erkekler de benden yaşça çok çok büyüktü. Hayatımın 5 yıllık dönemini erkekler üzerinde hiç düşünmeden geçirdim. Daha sonra ailemize erkek üyeler katılmaya başladı ve onlar benim gözümde anneleri tarafından beslenen ve tuvaletlerini altına yapan varlıklardı. İlkokula geldiğimde erkekler, sınıfta sürekli taşkınlık (ilkokul öğretmenim hep öyle derdi) yapan ve tenefüslerde birbirleriyle boğuşan manasız canlılardı. Büyüdükçe annemin arkadaşlarıyla yaptığı oturmalarda buluna buluna erkeklere olan saygımın cenaze namazı zihnimde kılındı. Bunun için beni suçlamayın rica ederim. Bunun suçlusu annemin erkek çocuğu olan arkadaşları. Erkekler anneleri özel hayatları hakkında bize hiçbir şey anlatmıyor gibi masumane bir düşünceye kapılıyor olabilirler ama fena halde yanılıyorlar. Elimde değil ben, kız kardeşim ve ablam hayatın anlamı üzerine sohbet ederken erkeklerin tüm saatlerini bilgisayarda geçirdiklerini öğrenince ufak şoklar yaşıyordum ben ne yapayım? Tamam biz de hayatın anlamı üzerine konuşmuyorduk, arasındaki farkı iyi kavrayın diye öyle söyledim ama dedikodu yaparak hayatın anlamına ulaşılamayacağını da kimse iddia etmesin şimdi lütfen :D İşte annemin erkek çocuğu olan arkadaşları benim erkeklere olan saygımı mermer havanda ezedursun ben bu sırada filmleri ve kitapları keşfediyordum. Fakat o da ne buradaki erkekler mantıklı konuşabilen.. ya da bu biraz yüksek bir kriter oldu şöyle diyelim konuşabilen canlılardı ve ben onlara aşık oluyordum. Peki erkekler bu kitaplarda yazıldıkları gibiyse benim çevremdekiler neydi? İşte onu fark ettiğimdeyse pek çok erkeğe gereksiz anlam yüklemiş, en sevdiğim kitapları onlarda seviyordur diye düşünmüştüm bile. Bu arada fark ettiğim şey aşık olduğum tüm roman karakterlerinin kadın yazarlar tarafından yazılmış olmalarıydı. Çok fena oyuna getirilmiştim kardeşlik. Kurduğum tüm hayaller tavada annemin daha lezzetli olsunlar diye öldürdüğü soğanlar gibiydi. Hayata darılmıştım bir kere bu da hayatımın ergenlik dönemine tekabül etmişti ben de kendimi derslerime vermeye karar verdim. Bu düşünceyle SBS, YGS ve LYS'yi atlattım. Ama yaptığım hata roman okumaya ve film izleyemeye ara vermemekti. Hala oralarda bir yerlerde Bay Darcy olduğuna inancım duruyordu. O düşünce bir fidandı ve can suyunu bekliyordu. Hayatıma Twitter'ın girmesi de erkeklere olan inancımın salasını okudu, ne diyebilirim. Sevgilisi olana kadar Twitter'ı ölümüne kullanan sevgilisi olduktan sonra da hesabı yetim bırakan nice erkekler gördü bu kız ne acı! Aslında tweet atmaya devam etmemeleri daha mı iyi oldu bilmiyorum. Attıkları tweetler saygımın ruh sağlığı açısından daha travmatikti. Facebook konusuna girmiyorum bile. Ve benim uçuruma her geçen gün biraz daha sürüklenen saygımın en yegane katili mahallemizde yan apartmanda yaşayan ve benden bir yaş küçük olan H. 'dir. Aslında adını açıkça yazabilirim çünkü okuma bildiğinden şüpheliyim bu yazıyı kazara görse de sorun olmaz ama pimpirikli kişiliğim buna engel oluyor. H. ben 7 yaşımdayken yaz kış demeden mahallede arkadaşlarıyla top oynuyordu, ben 10 yaşımdayken yağmurlu bir günde camdan dışarı manzarayı seyretmek için baktığımda da oradaydı, ben 14 yaşımda okuldan dönerken topuyla arkadaşlarını bekliyordu ve doğru söylediğime yemin ederim 20 yaşımda üniversiteden her gün eve dönerken kendinden küçük çocuklarla top oynuyordu. Bu arada hayatındaki gelişmeleri annesi anlatıyordu üniversiteyi bile kazanmış oysaki ben konuşabildiğinden şüpheliydim. Üniversiteye giden erkeklere saygıma da böylelikle "goodbye my lover" demiş oldum. Bir keresinde H. bizim balkona topu kaçtığını söylemişti de şaşkınlıktan bir haftalığına saygım benliğime dönmüştü. Kısa sürdü tabi. Bu yazıyı yazıp yazmama konusundan uzun zamandır düşünüyorum. Birincisi benim için fazla iddialı bir yazı ikincisi tanımadığım çoğu erkeğe haksızlık ediyorum düşüncesi üçüncüsü ön yargımın kelimelerimi gölgeleyeceği düşüncesi dördüncüsü tanıdığım çoğu kızın da bu erkeklerden farkı olmayışı ama erkeklere göre azınlıktaki bir çoğunluk :D beşincisi kendimin de yeterli bir insan olmadığı düşüncesi ve altıncısı ve yedincisi derken yazıyı erteleyip durdum ta ki bu sabah yaşananlara şahit olana dek. 9 yaşındaki erkek kuzenime Facebook'tan bir kız arkadaşı naber nasılsın yazınca ona kuzenimin annesi cevap verdi ve kızla sohbet ettiler. Kız kuzenimle konuşuyor sanıyordu kendini. Teyzeme bunu neden yaptığını sorduğumda kuzenimin mesajı zaten görmezden geleceğini söyledi. Kuzenim o sırada bilgisayar oyununa dalmıştı. Annesi, mesajı ve cevap verdiğini söyledi. Sadece başını sallayıp tamam dedi kuzenim. İşte böyle. Düşüncelerimi suçlamayın! Belki de ben yanlış zamanda yanlış yerdeydim, tüm bunlar bir kamera şakasıydı ya da ben imdb'den 5 almış kötü bir komedi filminin başrol oyuncusuydum. Ben şimdi bu düşüncelerimi biraz olsun ehlileştirmeye gidiyorum balkondan bakıp H.'yi mahallede top oynarken göreceğime kalıbımı basarım ama olsun :D Bu arada filme rastlarsanız diye söylüyorum komik değil hani şu baş rolü olduğumu düşündüğüm imdb'den 5 alan.

resimler pinterestten..

geçmişte yaşamak

       

Tam olarak 4 dk önce Midnight in Paris filmini izledim ve bu yazıyı onun etkisi altında yazıyorum. Filmin konusuna buradan bakabilirsiniz. Ben her zaman geçmiş zamanların günümüzden iyi olduğunu savunmuşumdur. Şimdiki zamanın bir büyüsü olmamasından yakınırım hep. Yeni şeylere adapte olmakta zorlanırım. İnternet kullanıp kullanmamakta bile tereddüt ettiğim olmuştur. Hala belirleyemediğim bir nedenden dolayı İnstagram hesabım yok. Şarkı dinlerken üzerinden yıllar geçmiş şarkılara daha çok itibar eder yeni çıkan şarkıları düşünmeden dinlerim. Ama fark ettim ki biz geçmiş zamanları romanlardan, filmlerden, şarkılardan, resimlerden, fotoğraflardan biliyoruz. Hep bir sanatkarın gözünden bakmışız aslında geçmiş yıllara. O yılların büyülü ve gizemli gelmesi de bundanmış şimdi anlıyorum. İşte bu filmi izlerseniz eğer siz de bunlar hakkında düşünme fırsatı bulacaksınız. Ben geçmişte yaşayan bugününü sevmeyen ve önünü görmek istemeyen bir insanım ve böyle bir insan olarak bugünü hakkıyla yaşayanlara hep ön yargılı davrandım şimdi anlıyorum ki hatalı olan benmişim aslında. Beni bıraksanız tüm ömrümü roman okuyup film izleyerek geçirebilirim. Yani hayata gözlemci bakış açısıyla katılıyorum da denilebilir buna. Hayatla bir çay içiyorum ama onunla evlenmiyorum kısacası. Yani hayatımı bir yazarın gözlerinden göremeyeceksem yaşamak istemiyorum mu diyorum ben şimdi vay be bu benim en asi yanımmış da fark edememişim :D Her zaman yaşamaktansa kurgulanmış olanı okumayı yeğlerim diye kendimi büyüklük taslardım şu anda içimden kendime ağır konuşuyorum. 20 yaşıma gelip de hayatımda kayda değer hiçbir şeyin olmaması da bundanmış bunu da şimdi fark ediyorum. Benim zamanım şu an geçip gidiyor ve ben başkalarının zamanının tadını çıkarmaya çalışıyorum. Bana bahşedilmiş zamanı görmezden gelerek. Bir keresinde bir arkadaşım bana insanları korkutuyorsun demişti ona inanmamıştım yanılmışım ben zamanımı bile korkutup kaçırmışım. Ama bir de benim perspektifimden bakın lütfen okunacak bu kadar çok roman izlenecek bu kadar çok film varken nasıl kendi şamatasız hayatımı yaşamak isteyeyim ki? Bugünden sonra tam da gözlerim açılmışken zamanıma adapte olabilir miyim dersiniz? 20 yıl geç kalınmış bir zaman mıdır? Bensiz geçmeye alışan zamanıma beni sevdirebilir miyim dersiniz? İşte bunlar hep Jane Austen'in suçu sen 1813 yılına Bay Darcy'yi kondurmasaydın o yıllar bana hoş gelmeyecekti!! Hoop konu yine geldi mi Bay Darcy'ye. O zaman ben şaapiyim gideyim de yaşamanın gerçekten yaşayabilmenin yollarını arayayım neyse şu KPSS'yi de bi' atlatalım da. O zaman şeyapalım sonra konuşalım bunları hadi hoşça ve zamanınızda kalın. 
Not: cümlelerimin kusuruna bakmayın derli toplu bir yazı olamadı yalnızca bir süreliğine zihnime misafir olmuşsunuz gibi düşünün öyle daha iyi hissedeceğim.