Merhaba,
Bir, toplantıya katılamayanların üzerinde "keşke katılabilseydim Allah kahretsin ya of" ve katılanların üzerinde "keşke hiç bitmeseydi rüya gibiydi, harikaydı, muhteşemdi" etkisi bırakma yazısına daha hoş geldiniz.
-Yazı Sense and Sensibility ve Becoming Jane filmlerinden spoiler içerebilir-
(Her seferinde heyecandan doğru düzgün fotoğraf çekmeyi unutuyorum ben eğitilmem teşekkürler)
22 Aralık Pazar günü, film izlerken ne yiyeceğiz ve de ne içeceğiz krizini atlatır atlatmaz saatlerimiz üçe yaklaşırken gösterimimize Duygu ve Duyarlılık izleyerek başladık.
Normalde toplantı yazılarında ne konuştuysak onu yazıyorum ama bu sefer bir izleme etkinliği yaptığımızdan mütevellit bunu yapamayacağım. Ben de filmleri izlerken kafamdan geçenleri yazmaya karar verdim. Unutturmayın da size bir ara narsisistik kişilik bozukluğumun hangi elim hadiseyle mevcudiyet gösterdiğini de anlatayım.
Şu sandalyeyi şuraya mı koysaydık, ses yüksekliği iyi mi, görüntü net mi, Colonel Brandon'ın mükemmelliği perdeye tam yansıyabiliyor mu, herkesin keyfi yerinde mi, suratı kaşık kadar kalan ve beslenmesi gereken yahut sırtına havlu konması gereken üye var mı sanrılarımdan sonra filme odaklanabildim.
Acımasızca olmasına rağmen Fanny'nin bir insanın düşüncelerini değiştirebilme konusundaki yetisine -yine- hayran olmadan edemedim.
Duygularını ifade etmede bir gün gibi açık olan Marianne'i kıkanmadan geçemedim.
Ve her türlü olay karşısında bir duvar gibi olan Elinor'la empati kurmadan huzura eremedim.
Jane Austen'in yazdığı en iyi anne figürünün bulunduğu bu hikayede Jane Austen'in annesinin nasıl bir kadın olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamadım.
Edward Ferrars'ın hikayeye dahil olduğu sahneyi gözlerimi devirmeden geçemedim.
O dönemde yaşasaydım muhtemelen evde kalıp 25'imi göremeden açlıktan öleceğim fikri dimağımda şöyle bir esip geçse de hemen aklıma 21. yy'da olduğum gerçeğini getirdim.
Willoughby'nin beyaz atıyla geldiği sahnede kafamda "hiç sende insaf yok mu can alır ellerin, hiç sende vicdan yok mu sızlamaz yüreğin" şarkı sözleri çınladıysa da onlara yüz vermeyip sabırla Willoughby'nin şerefsizin teki çıkmasını bekledim.
Colonel Brandon'ın Marianne'in piyano çalışını dinleyerek girdiği sahnede nefes almayı kendime hatırlatmam gerekti.
Steele kız kardeşlerin geldiği sahnede 9 saniye kadar bu kızlar aptal mı yoksa sinsi mi diye düşündümse de evlenmemenin açlıkla eş anlama geldiği bir devirde bir erkek için dolaplar çevirmenin çok da kötü bir şey olmadığına kanaat getirdim.
Marianne'in aşk acısından bitap düştüğü sahnelerde onu anlamaya çalıştımsa da muvaffak olamadım.
Ve Edward Ferrars'ın yeniden sahneye çıkışı ve gözlerimi devirmem vs. vs.
Edward Ferrars'ın yanlış anlaşılmalara açıklık getir(ebil)diği ve Elinor'un göz yaşlarına boğulduğu sahnede benim de gözlerim doldu ama benimki üzüntüdendi Elinor galiba mutluluktan ağladı onu tam anlayamadım.
Albay Brandon'ın Marianne'e kitap okuduğu sahnede aklımdan geçenlerse... neyse.
The End
İkinci filme geçmezden önce kısa bir ihtiyaç molası verdik. Burada ihtiyaç, fotoğraf çekmek ve 2005 yapımı Aşk ve Gurur'daki evlilik teklifi sahnesini tekrardan izlemek oluyor.
Mr. Darcy'nin etkisinden çıkar çıkmaz - gerçi bu mümkün mü bilemiyorum- Becoming Jane'e başladık.
Becoming Jane'in başlangıcında aklıma Jane Austen'in kardeşinin onun hayatını "olaylı bir yaşam değildi" şeklinde tanımlaması geldi. Sağ olsunlar (!) filmi yapanlar da Austen'in hayatından sıkıcı olayları atıp neşelilik potansiyeli olan küçük ayrıntıları abartarak anlatmışlar.
Havanın kararması ve İngiliz aksanının ruhumda acıklı bir duygusallaşmaya sebebiyet vermesiyle Jane Austen'de bir başkaldırı arama timine hak verir gibi oldum. O devirde evlenmeyip herkesin burun kıvırdığı türde yazar olma cesaretini gösterebilen bir kadın olmak bir başkaldırı değil de ne?
Tom Lefroy'un Jane Austen'e yaşam deneyimi ile ilgili ders verdiği kısımlarda içimden biraz ağır konuşmuş olabilirim.
Filmdeki son dans sahnesinde Tom Lefroy'un Jane'in karşısına çıktığı anda çalan müzikteki değişimin farkına vardım ve ardından teklifsiz bir gülümseyişin gelip yüzümde konumlanmasına engel olamadım.
Kaçış sahnesi yepelek ruhuma fazla dramatik geldiği için o sırada telefonuma bakmış olabilirim ama siz yine de dikkatle izlediğimi düşünün rica ederim.
Ve son sahnede Tom Lefroy'un "Jane!" deyişi ve kalpler paramparça... Neyse ki sonra erkeklerin çocuklarına unutamadıkları sevgililerinin ismini koyma fantazisine sinirlenmemle Tom Lefroy'un eşine üzülmem bir oldu da kendimi toparlayabildim.
Hep birlikte Jane Austen'le dolu bir pazar günü geçirdik bu beni birkaç hafta idare eder. Bir sonraki yazıda görüşünceye kadar hoşça kalın.
Ve teşrifleriyle kulübü şereflendiren tüm üyelerden teşekkürlerimin kabulünü rica ediyorum.
Normalde toplantı yazılarında ne konuştuysak onu yazıyorum ama bu sefer bir izleme etkinliği yaptığımızdan mütevellit bunu yapamayacağım. Ben de filmleri izlerken kafamdan geçenleri yazmaya karar verdim. Unutturmayın da size bir ara narsisistik kişilik bozukluğumun hangi elim hadiseyle mevcudiyet gösterdiğini de anlatayım.
Şu sandalyeyi şuraya mı koysaydık, ses yüksekliği iyi mi, görüntü net mi, Colonel Brandon'ın mükemmelliği perdeye tam yansıyabiliyor mu, herkesin keyfi yerinde mi, suratı kaşık kadar kalan ve beslenmesi gereken yahut sırtına havlu konması gereken üye var mı sanrılarımdan sonra filme odaklanabildim.
Acımasızca olmasına rağmen Fanny'nin bir insanın düşüncelerini değiştirebilme konusundaki yetisine -yine- hayran olmadan edemedim.
Duygularını ifade etmede bir gün gibi açık olan Marianne'i kıkanmadan geçemedim.
Ve her türlü olay karşısında bir duvar gibi olan Elinor'la empati kurmadan huzura eremedim.
Jane Austen'in yazdığı en iyi anne figürünün bulunduğu bu hikayede Jane Austen'in annesinin nasıl bir kadın olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamadım.
Edward Ferrars'ın hikayeye dahil olduğu sahneyi gözlerimi devirmeden geçemedim.
O dönemde yaşasaydım muhtemelen evde kalıp 25'imi göremeden açlıktan öleceğim fikri dimağımda şöyle bir esip geçse de hemen aklıma 21. yy'da olduğum gerçeğini getirdim.
Willoughby'nin beyaz atıyla geldiği sahnede kafamda "hiç sende insaf yok mu can alır ellerin, hiç sende vicdan yok mu sızlamaz yüreğin" şarkı sözleri çınladıysa da onlara yüz vermeyip sabırla Willoughby'nin şerefsizin teki çıkmasını bekledim.
Colonel Brandon'ın Marianne'in piyano çalışını dinleyerek girdiği sahnede nefes almayı kendime hatırlatmam gerekti.
Steele kız kardeşlerin geldiği sahnede 9 saniye kadar bu kızlar aptal mı yoksa sinsi mi diye düşündümse de evlenmemenin açlıkla eş anlama geldiği bir devirde bir erkek için dolaplar çevirmenin çok da kötü bir şey olmadığına kanaat getirdim.
Marianne'in aşk acısından bitap düştüğü sahnelerde onu anlamaya çalıştımsa da muvaffak olamadım.
Ve Edward Ferrars'ın yeniden sahneye çıkışı ve gözlerimi devirmem vs. vs.
Edward Ferrars'ın yanlış anlaşılmalara açıklık getir(ebil)diği ve Elinor'un göz yaşlarına boğulduğu sahnede benim de gözlerim doldu ama benimki üzüntüdendi Elinor galiba mutluluktan ağladı onu tam anlayamadım.
Albay Brandon'ın Marianne'e kitap okuduğu sahnede aklımdan geçenlerse... neyse.
The End
İkinci filme geçmezden önce kısa bir ihtiyaç molası verdik. Burada ihtiyaç, fotoğraf çekmek ve 2005 yapımı Aşk ve Gurur'daki evlilik teklifi sahnesini tekrardan izlemek oluyor.
Mr. Darcy'nin etkisinden çıkar çıkmaz - gerçi bu mümkün mü bilemiyorum- Becoming Jane'e başladık.
Becoming Jane'in başlangıcında aklıma Jane Austen'in kardeşinin onun hayatını "olaylı bir yaşam değildi" şeklinde tanımlaması geldi. Sağ olsunlar (!) filmi yapanlar da Austen'in hayatından sıkıcı olayları atıp neşelilik potansiyeli olan küçük ayrıntıları abartarak anlatmışlar.
Havanın kararması ve İngiliz aksanının ruhumda acıklı bir duygusallaşmaya sebebiyet vermesiyle Jane Austen'de bir başkaldırı arama timine hak verir gibi oldum. O devirde evlenmeyip herkesin burun kıvırdığı türde yazar olma cesaretini gösterebilen bir kadın olmak bir başkaldırı değil de ne?
Tom Lefroy'un Jane Austen'e yaşam deneyimi ile ilgili ders verdiği kısımlarda içimden biraz ağır konuşmuş olabilirim.
Filmdeki son dans sahnesinde Tom Lefroy'un Jane'in karşısına çıktığı anda çalan müzikteki değişimin farkına vardım ve ardından teklifsiz bir gülümseyişin gelip yüzümde konumlanmasına engel olamadım.
Tam olarak 1.18'den bahsediyorum
Kaçış sahnesi yepelek ruhuma fazla dramatik geldiği için o sırada telefonuma bakmış olabilirim ama siz yine de dikkatle izlediğimi düşünün rica ederim.
Ve son sahnede Tom Lefroy'un "Jane!" deyişi ve kalpler paramparça... Neyse ki sonra erkeklerin çocuklarına unutamadıkları sevgililerinin ismini koyma fantazisine sinirlenmemle Tom Lefroy'un eşine üzülmem bir oldu da kendimi toparlayabildim.
Hep birlikte Jane Austen'le dolu bir pazar günü geçirdik bu beni birkaç hafta idare eder. Bir sonraki yazıda görüşünceye kadar hoşça kalın.
Ve teşrifleriyle kulübü şereflendiren tüm üyelerden teşekkürlerimin kabulünü rica ediyorum.
Jane Austen Kitap Kulübü sundu.
O Jane dediği sahnede ağlamıştım ben :-) Filmi izleyeli yıllar oluyor ama aklımdan çıkmamış. O zaman adamın karısı hiç aklıma gelmemişti. Daha romantiktim sanırım ya da kendimi Jane Austen ile fazla özleştirmiştim :-)
YanıtlaSilben de hikayeye hep Jane açısından bakmıştım bu izleyişimde Tom'un karısını düşündüm. Yaşlanıyorum galiba :D
SilEdward ferransı neden sevmediğinizi merak ettim ben. Aslında kitabı okurken, ELinor bunda ne buldu gibi gelmişti. Marianne'nin yönünden düşününce silik bir karakter gibi gelse filmi izleyince Margeret'la olan ilişkisini görünce sevdim açıkçası. Becoming jane e gelince izleyip günlerce etkisinden çıkamadım, hikayenin gerçekliğini sorguladım. izlememden 3-4 gün geçmemişti ki tekrar izlerken buldum kendimi. Tom'un aileme bağlıyım derken jane in bende sana bağlıyım demesi içime işledi. Tom'un Jane'e bakmakla yükümlü olduğu ailesini düşünemeden "Birlikte değilsek hayatın ne anlamı olabilir?" demesi de aşkın gerçekliğini gösterdiğini düşündüm. Jane Austen aşkı çok iyi bilen ve bana kalırsa aşkı, o tamamen saf haliyle, her şeyi bırakıp çekip gidebilecek kadar, sevdiğini sevdiği için bırakıp gidebilecek kadar gerçek yaşamış bir kadın. Romanlarında aşkı en gerçek haliyle anlatabilmesinin sebebi de bu bence.
YanıtlaSilYazılarınızı okumaya yavaş yavaş başladım. Jane Austen hakkında birilerinin düşüncelerini okumak ve kendi düşüncelerimi paylaşmak harika. Sevgiler...
Edward Ferrars'ı sevmemem çoğu kişiyi şaşırtıyor :D Bunun nedeni Edward'ın bir sürü karışıklığa sebep olurken hiçbir şey yapmadan beklemesi ve Elinor'a başlangıçta -kendi durumunu bile bile- boş yere umut vermesi. Bu nedenlerden dolayı Edward bana samimiyetsiz geliyor. Bu arada benim için de birilerinin Jane Austen'le ilgili fikirlerini okumak çok keyifli yorumlarınızı bekliyorum :)
SilMerhabalar... Edward Ferrans için duyduğunuz hissi bende kitabı okurken hissetmiştim. Marianne'nin ilk zamanlar onu kardeşine layık görmeyişine ikna olduğum için. Ama Filmi izleyince Edward'ın Margeret ile olan ilişkisindeki hoşluğu gördükten sonra onu sevmeye başladım. Ve bu yüzden filmin sonu Elinor için bana mutlu son gibi gelmişti.
YanıtlaSilBecoming Jane'e gelirsek... İzledikten sonra günlerce etkisinden çıkamadım ve 3-4 gün sonra tekrar izlerken buldum kendimi. Tom Lefroy'un:"Birlikte değilsek yaşamın ne anlamı olabilir ki?" sözü ve Jane'in Tom'un "Aileme bağlıyım." cümlesine "Ben de sana bağlıyım." diye verdiği karşılık bana aşklarının gerçek olduğunu düşündürdü. Ailesini geride bırakıp kaçabilicek kadar gerçek, bakmakla yükümlü kardeşlerini düşünmeden kaçmayı düşünebilecek kadar ve sevdiğini, sevdiği için bırakıp gidebilicek kadar...
Jane Austen hakkında yazılar okumak ve düşünce bildirmek harika. Sevgiler...
Tom ve Jane'in aşkı gerçekten çok üzücü ikisi de çok seviyor aslında ama hayat şartları :(
Sil