9 Aralık 2020 Çarşamba

Sadece Jane Austen Kitap Kulübü'ne Gitmiyorum #3 Büyükada Turu

Hiç kimse kusura bakmasın ama Büyükada deyince benim aklıma direkt Hatırla Sevgili dizisi geldiğinden arka planda Hatırla Sevgili Dizi Müzikleri çalma listesi açık. Bu arada sizce de Necdet'e çok haksızlık edilmedi mi? Var mısınız önümüzdeki iki saat boyunca Necdet mi yoksa Ahmet mi diye konuşmaya? Ben yokum. Çünkü bugün burada bir gezi yazısı yazacağız. Hadi başlayalım.



Boğaziçi Okumaları'nda Boğaziçi'nin şair ve yazarlarını Büyükada yolunda konuştuk. Bir besin kaynağı olarak kaosu tercih eden moderatörümüz her ne kadar şairlerin ve yazarların hayatlarının magazinsel yönlerine parmak basmaya çalışsa da ben aklıma "Sait Faik Abasıyanık öykülerini adalar vapurunda yazarmış" gibi romantik bilgiler getirerek yersiz duygusallaşmalara gark olmanın yollarını buldum dostlarım.

Geziye katılanlar da şair ve yazarlar hakkında bildiklerinden bahsettiler ve böylece vapurda Boğaziçi denince akla gelen en meşhur yazar ve şairlere imece usulüyle değinmiş olduk. 

Mina Urgan'ın kitabındaki tanınmış şair ve yazarlarla ilgili anılarını da konuştuk. Yahya Kemal'in öz bakım becerilerinde asgari koşulları sağlayamayışı en üzücü gibi olanıydı.

Sevgililerine olağanüstü şiir dizeleri yazarken bir yandan da sadakatsiz davranışlar sergilemekten geri durmayan şairlerden konu açıldığında Gurur ve Önyargı'daki şiir üzerine yapılan konuşmaları söyleyecek gibi oldumsa da kendimi tuttum. Ufak bir kutlamayı hak ediyor gibiyim ha ne dersiniz.

Vapur yolculuğumuz bitince gezimize Büyükada'da yürüyüşle devam ettik.

Geçtiğimiz her güzel eve methiyeler düzmekten kendimizi alamadık. Yüzümüzde maskelerle Aya Yorgi Tepesi'ne çıkarken bir ara bilincimizi kaybeder gibi olduksa da soğuk olmasını beklerken açtıkça açan hava ve manzara da övgülerimizden nasibini aldı. 

Aya Yorgi Tepesi'nde Hatırla Sevgili'de Işık karakterini canlandıran oyuncuyla karşılaşma sevincimi de elitlikten(!) ödün vermeyeceğiz diye içimde yaşayıverdim dostlarım. Ama gidip bi' "Yaşar bunları hiç hak etmedi be" demek isterdim yüzüne karşı da hadi neyse.

Güneş batarken "golden hour" tabir ettiğimiz anda Rum Yetimhanesi'ne vardık ve yapının tarihini dinledik.

Dear Golden Hour,

Her şeyi olduğundan daha şiirsel göstermek huyundan ne zaman vazgeçeceksin merak ediyorum.

Akrabalara selam.

Always yours

Austenzede

Yetimhaneden sonra dönüş yolculuğumuza başladık. Bitiriş konuşmasına başlamadan önce tam 8 (sekiz) kilometre yürüdüğümüzü bilmenizi isterim. Bakın 8, eyt.



Sokağa çıkma yasağı nedeniyle akşam 8'den önce evde olabilecek miyiz heyecanıyla vapur yolculuğumuza başladık. Ve bir ara neredeyse kartpostal olduğuna emin gibi olduğum manzaralar eşliğinde yolculuğumuzu tamamladık.

Ve bu dışarıda geçirdiğimiz son cumartesimizmiş bilmiyorduk :(



24 Kasım 2020 Salı

Sadece Jane Austen Kitap Kulübü'ne Gitmiyorum #2 Boğaziçi Okumaları: Boğaziçi'nin Saray ve Yalıları

Bir "Sadece Jane Austen Kitap Kulübü'ne Gitmiyorum" yazısına daha hoş geldiniz! Arka planda Osmanlı Sarayı'ndan Avrupa Müziği albümünün açık olduğunu bildirmek isterim. Bu hayat kurtarıcı bilgiyi de verdikten sonra artık asıl konumuza dönmemek için hiçbir bahanemiz kalmadı.




Boğaziçi Okumaları'nın ikinci toplantısını 7 Kasım Cumartesi günü gerçekleştirdik. Okumalara Sedat Bornovalı'nın Boğaziçi'nin Tarih Atlası adlı kitabından bahsederek başladık. Ardından kısa bir süre aslında yalıların yaşamaya çok da elverişli yapılar olmadığı, sadece yaz mevsiminde birkaç ay kullanılabildiği gibi iç acıtıcı bilgiler dinledik ve yalı romantizmimize baş sağlığı dilemek mecburiyetinde kaldık. 

Hayat devam ediyor, dostlar sağ olsun gibi cümlelerle kendimi teskin ettikten sonra Batı'nın planlı, düzenli ve ilmek ilmek dokunmuş gibi evleri ve bahçeleriyle Osmanlı'nın koruların arasında kaybolmuş, karmakarışık gibi görünen, kendisini doğaya göre konumlandıran yalılarının karşılaştırılmasına kulak verebildim.

Okuma, insanların saraylara bakınca genellikle mimarisiyle ilgilendikleri fakat içerisinde yer alan objelere kimsenin dikkat etmediği üzerine bir konuşmayla devam etti. Tam içimden kendimle “insanın yaşama birikimleri, deneyimleri nasıl o insanın kişiliğini, karakterini oluşturuyorsa bir eşya bir obje de saray için aynı deneyim ve birikim gibi o sarayın karakterini oluşturuyordur belki de” şeklinde retorik bir konuşmaya başlamışken konuşmacı Sultan Abdülaziz'in bir bestesini bize dinletmeye başladı.

Daha ilk notada o bestenin Vatanım Sensin dizisinde Hilal'le Leon'un ilk dansında kullanıldığını yüksek sesle söylemesem hala biraz cool görünme şansım olabilirdi ama muvaffak olamadık dostlarım. Bu arada arka planda çalıyor dediğim albümde Valse Davet ismiyle yer alıyor parça. 

Aslında niyetim Hilal ve Leon'dan hareketle konuyu Bay Darcy'ye getirmekti ama müziğin etkisiyle ben bile bir an Bay Darcy düşünmeyi unutmuşum.

Ardından bir yapının geçmiş hikayesinin, ne olarak kullanıldığının o yapının bizdeki algısına etkisinden söz ettik. 

İstanbul'un bir kadına benzetilmesinden hareketle -bu konudan bu hareketi nasıl aldık ben de hatırlamıyorum- Boğaziçi'nin şair ve yazarlarına oradan da bu şair ve yazarların çalkantılı aşk hayatlarına hızlı bir geçiş yaptık.

Boğaziçi'nin saray ve yalıları gibi seçkinci ve elitist(!) çizgimizden şaşarak bir anda Burry Soprano'nun Mary Jane'ini konuşurken bulduk kendimizi. Daha sonra uzunca bir süre şairlerin ve yazarların işledikleri temalardan, bu temaların sembolize ettiklerinden, aşkın edebi eserlerdeki rolünden, şairler ve yazarların hayatlarındaki çelişkilerden bahsettik. Aslında bu konunun gelecek okumanın başlığı olması gerçeği gibi ufacık, minicik, hiç de önemi olmayan ayrıntıyı görmezden geldik.

Ve Boğaziçi Okumaları'nın bu toplantısını ertesi gün yapılan Boğaz Turu gezisiyle taçlandırdık. Tur boyu gördüğümüz yalıları konuştuk, Anadolu Kavağı'ndan Yoros Kalesi'ne uzandık, yarım saat kadar manzaranın güzelliğiyle büyülendik ve yine boğaz turu yaparak varış noktamıza döndük. 

"İleride Hatırlanıp Mutlu Olunacak Hafta Sonları" listemde kendisine yer bulabildiği için şanslı olan  bir hafta sonuydu.

O zaman hadi görüşürüz.

Görüşür müyüz?

Görüşelim.

6 Kasım 2020 Cuma

Boğaziçi Okumaları

Yazıya başlamadan önce arka planda “Boğaziçi Mehtaplarında Sultan Portreleri” çalma listesinin açık olduğunu bildirmek isterim. Teşekkürler.

İstanbul’da yaşayanlar olarak siz de düzenli aralıklarla “ne güzel bir şehirde yaşıyoruz ama şehri hiç tanımıyoruz” iç çekişmesi yaşıyor musunuz? 25 yıldır İstanbul’da yaşayan ben, 3 sene önce İstanbul’a gelen bir arkadaşım sayesinde ilk defa Ayasofya’ya gidince biraz kırılmıştım açıkçası. İşte tam da bu sebepten İstanbul’da bir Boğaziçi Okuması yapılacağını duyduğumda adımı ivedilikle yazdırdım.

Boğaziçi’ni kültür, mimari ve edebiyat gibi pek çok yönden ele almayı amaçlayan Boğaziçi Okumaları; geçmişten günümüze Boğaziçi kültürü konulu bir konuşmayla başladı.

Jane Austen Kitap Kulübü’nden az evvel çıktığımdan olacak tam içimden “laf hiç Bay Darcy’ye gelmeyecek mi Allahım” şeklindeki nidalarla yumruklarımı sıkmaya hazırlanırken haşmetlü, devletlü ve inayetlü moderatörümüz Yasin Saygılı’nın (asla kendisini övmem konusunda bizzat kendisi tarafından tembihlenmedim) “Boğaz kültürü denince aklınıza ne geliyor?” sorusu beni gerçekliğe döndürdü.

Rakı-balık, renkli ışıklı tekneler, boğaz turları gibi cevapların ardından aslında Boğaziçi kültürünün sadece bir denizden ibaret olmadığı, bir yaşama biçimi olduğu ile ilgili konuştuk.

İstanbul’un farklı semtlerinden gelenler semtlerin bakışından İstanbul’un nasıl göründüğü ile ilgili izlenimlerinden bahsettiler.

Başlangıçta şehirleri sadece fotoğraf çekmek için gezmeyi eleştirir gibi olduksa da İstanbul’u keşfetme deneyiminin herkes için farklı olduğuna, çekilen bir fotoğrafın etkisinin herkeste başka anlamlar oluşturabileceğine karar verdik. Farklı entelektüel birikimlerde bir mimari yapıya bakıp onun güzelliğinden mest olmakla boğazın karşısına geçip ellerini havaya kaldırıp fotoğraf çekilmenin doyumunun aynı olabileceğini düşündük.

Bir ekim akşamında bir araya gelip İstanbul’u konuşmak, tekdüzeliğinden yakınmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığım hayatımı keyiflendirdi. Boğaziçi Okumaları’nın diğer toplantısı 7 Kasım’da gerçekleşecek. Bu sefer Boğaziçi’nin Saray ve Yalılarını dinleyeceğiz. Okunacak kitap ise Sedat Bornovalı’nın Boğaziçi’nin Tarih Atlası. Ama kitabı okumak zorunlu değil. Sadece dinlemek ve sohbete katılmak için de okumalara gelebilirsiniz.



Çalma listesi de bittiğine göre artık gidebilirim, hoşça kalın.

28 Ekim 2020 Çarşamba

Jane Austen Kitap Kulübü #12 Jane Eyre

Jane Austen Kitap Kulübü'müzün 12. toplantısını GalataPerform'un kapanışının ardından yeni yuvamızda 24 Ekim Cumartesi günü gerçekleştirdik. Pandemi dolayısıyla az kişiyle toplanmak zorunda kaldıksa da bu bizim Bay Darcy övme şevkimizi kıramadı.



Toplantıda konuştuklarımıza geçmeden önce bir kez daha aşk ile pandemiye lanetler yağdırıyor, büyükleri başımla selamlıyor küçüklere gözlerimle gülüyorum.

Toplantımıza Jane Eyre ile ilgili genel bilgiler vererek giriş yaptık. Daha önceki yazıları okuduysanız biliyorsunuzdur Jane Austen kitaplarından sonra diğer yazarlara geçişimizde kitabın yazıldığı yıl, dönemin özellikleri gibi birtakım minik, küçük, önemsiz detayları google marifetiyle öğrenmiştik. Gittikçe profesyonelleşiyoruz Covid-19 sen bizim dengimiz misin be!

Kitaptaki karakterlerin sıradan roman karakterlerinden farklı yönlerini masaya yatırdık önce. İlk defa bir ana karakterin güzel olmayışıyla ön plana çıkmasına şaşırdık. Ana karakterlerimizin, çirkin, kaba saba ve kötü sıfatlar taşımasını edebiyat çevrelerince kınanmayacak ölçüde birazcık zorlama bulduk.

Jane Eyre'in yengesi ve kuzenlerinin yer yer Yeşilçam kötülüğüne varan karakterlerine nefretlerimizi ilettik. 

Jane Eyre'in sevgisiz büyüyen pek çok çocuğun geliştirdiği duyguyu inkar etme davranışı yerine insanlar tarafından sevilen beğenilen biri olma arzusunu düzenli aralıklarla dile getirişine bir 5 dk kadar şaşırdıksa da Jane'in ruhunu analiz edebilme gücünü ve kendini tanımlarken kurduğu cümleleri beğeniyle karşıladık.

Mr. Rochester'ın dümdüz kötü mü yoksa mizahi yönü yüksek bir insan mı olduğunu bir iki dakika kadar kafamızda tarttıksa da sonunda kötü bir birey olduğuna kanaat getirdik. Hem Bertha'ya hem Adele'e karşı davranışlarını pek hoş karşılamadık.

Mr. Rochester ve Mr. Bennet'a güzelliğe aldanıp bir evlilik gerçekleştirmeleri ve akabinde eşlerini hiç sevmediklerinin farkına varmaları ve kahrolmaları yönünden kader ortağı demeyi layık gördük.

Jane'in doğru düzgün gördüğü ve tanıdığı ilk erkeğe aşık olmasını uzun uzun tartıştık. Her dönem romanında olduğu gibi aralarındaki yaş farkına da değinmeden edemedik. 

Mr. Rochester'ın falcı kılığına girerek Jane ile konuşması ise kulübümüzce tarihteki ilk fake hesaptan yürüme davranışı seçildi. 

Yer yer Jane Eyre ile Çalıkuşu arasında benzerlikler bulduksa da Çalıkuşu'nun muhteşem bir eser olduğu sonucuna varmamız gecikmedi.

Jane Eyre ile tanışıp bir müddet sohbet eden her erkeğin Jane Eyre'i araştırma konusu etmeleri ve Jane'in her hareketini ölçüp tartmaları kulübümüz üyelerini bir buçuk dakika kadar güldürdü.

Jane Eyre ve Mr. Rochester'ın aşkı üzerinden yardıma muhtaç insan çekiciliğini tartıştık. Mr. Rochester'ın neredeyse tüm Avrupa'yı gezip gönlüne göre birini bulamayıp en sonunda Jane Eyre'e gönül düşürmesinde art niyet ve fesatlık aradık. 

Ve artık bu noktada olaya el atıp konuyu çabasız gibi bir manevrayla Bay Darcy'ye getirmem gerekti. Mr. Rochester ve erkeklerin aslında önemsiz olan büyük bir çoğunluğunun karşısında güçsüz ve yardıma muhtaç kadın görmek istemesi gerçeği ışığında Mr. Darcy'nin Elizabeth gibi güçlü ve ne istediğini bilen bir kadına aşık olma cesaretini övüp göklere çıkardık. Gerçi bunu sadece ben yapmış da olabilirim ki bu önemi olmayan bir detay. İçinizden eleştirel yönü kuvvetli olanların Mr. Darcy'nin toprak ağalığı vesilesiyle zaten çevresindeki herkesten üstün bir konumda olduğunu ve kendini Lizzy'den de üstün göreceğini söylediğini duyar gibiyim. Ama burada benim bahsettiğim şey hem kişilik yapısı hem entelektüel kapasite bakımından bir güçlü olma hali. 

Konuşulmayan daha birçok detay vardı kitapta ama bir toplantıya ancak bunlar sığabildi :(

Son olarak GalataPerform'un bizi ansızın terk edişinin ardından evini ve insanın içinde kitap çalma isteği uyandıran kütüphanesini kulübümüze açan Yasin Saygılı'ya teşekkürü bir borç biliriz.


Yazımızda son söz Mr. Rochester'dan geliyor. 


"Üşüyorsun çünkü yalnızsın; içinde gömülü duran ateşi hiçbir insanın yakınlığı alevlendirmiyor. Hastasın çünkü duyguların en güzeli, insanoğluna bağışlanan en tatlı, en yüce duygu senden uzak duruyor. Aptalsın çünkü onca acı çekerken gene de mutluluğu yanına çağırmaktan kaçınıyorsun; onun seni beklediği yere doğru bir tek adım atmaya yanaşmıyorsun."

20 Eylül 2020 Pazar

Refet - Fatma Aliye

 Merhaba,

Nasılsınız? Ben ara sıra gelen "Bu Covid-19 ne zaman bitecek?! (yumruğunu duvara vuruyor)" atakları dışında iyiyim. Sayın pandemi kitap kulübümüzün bir araya gelmesine müsaade buyurmadıkları için kendi kendimle kitap tartışmaya geldim. Istırap molamız bittiyse yazıya geçiyorum.



Refet'le geçtiğimiz aylarda bir kitap kulübü üyemizin haberdar etmesi sayesinde tanıştım. Çalıkuşu'na ilham olan kitap denince hemen okumak istedim. Türkçenin ilk kadın romancısı Fatma Aliye'nin yazdığı Refet, Türk edebiyatında yer alan ilk kadın öğretmen başkarakteriymiş. Bu nedenle sanırım insanlar Çalıkuşu'na ilham olduğunu düşünüyorlar kitabın. Bunun haricinde pek benzerlik yok diye düşünüyorum. Çalıkuşu'ndaki Feride karakteriyle Refet arasında ise kendi ayakları üzerinde durmak istemeleri ve mücadeleci ruhları yönünden bir benzerlik var bence. Roman, zorlu yaşam koşulları karşısında hayatta kalmaya çalışan genç bir kadını anlatıyor kısaca. Kitapla ilgili kafanızda bir çerçeve oluştuysa beni en çok etkileyen kısma değinmek istiyorum. Eğer en ufak bir spoiler bile yepelek ruhumu kötü etkiler, n'olur bu bahsi kapatalım diyorsanız bir sonraki bölümü atlamanızı salık veririm. Yok eğer bu okuma isteğimi artırabilir ancak diyorsanız devam edin rica ederim.

*SPOİLER*

Kitap genel olarak insanı delip geçiyor ama Refet'in kendi kendisiyle konuştuğu bir an vardı ki o sayfayı okuduktan sonra bir müddet kitabı elimden bırakmam gerekti. 

Refet güzel bir manzara karşısında çarpan kalbine karşı:

"Sen ne demek istiyorsun? Kendi varlığını bana bildirmek mi?.. Benim sana emrim, benim sana hükmüm bu değildir. Ben seni inkar ediyorum, kabul etmiyorum. Hükmetmek istiyorsan çık git, kendine layık bir vücut bul! Bu haraphane, bu gamhane sana mêkan olacak bir şey değildir. Nafile çırpınma! Ben yine seni inkar edeceğim. (Elini kalbinin üzerine bastırarak) Ben burada, bu miskin ve zavallı vücutta kanın akışına hizmet eden kalp dedikleri bir et parçasından başka bir şey tanımıyorum!"

Bu iç konuşma, kendine karşı acımasız olmanın ne demek olduğunu tahayyül bile edemeyenler için hiçbir şey ifade etmeyecektir şüphesiz. Ama bu hissin yakınından yöresinden geçmiş ve geçmekte olanlar için bir sızı olacağını hissediyorum. Acaba Refet, hayatının bir döneminde izinsiz çarpan bir kalbin güçsüzlük değil de güç göstergesi olduğunu,  hatta amaca doğru ilerlemede bir engel değil de destek mekanizması olduğunu, bunun yalnızca belirli kişilere bahşedilen bir ayrıcalık olması yerine herkese hak olduğunu öğrenmiş midir? Hala ara ara bu düşünce yakalıyor beni. Gerçi bunu öğrenmişse öğrenmenin tek başına yeterli olmadığını da anlamış olacaktır ki sanırım bu daha vahim. Duygusallık bir noktada yakamı bırakacak mısın merak ediyorum kardeşim. (BU COVID-19 NE ZAMAN BİTECEĞK?!(YUMRUĞUNU DUVARA VURUYOR!))

*SPOİLER BİTTİ*

Peki bu kitabı;

Kimler okumasın: Daha yaz dizilerinin bitecek olması fikrine alışamıyorum. Yaşama sevgisi ile dolup taşan insanları rahat bırakın rica ederim diyenler.

Kimler okusun: Çalıkuşu'na ilham olma düşüncesi bile beni heyecanlandırıyor, çelikten sinirlerim var ruhumda diyenler.

30 Ağustos 2020 Pazar

Fransız Teğmenin Kadını - John Fowles

Kitap 1969 yılında yayınlanmış bir dönem romanı. Kahramanlarımız Viktorya döneminde yaşıyorlar. Yazar Viktorya dönemini yer yer eleştiriyor, hiç ummadığınız anda konuşmaların arasına giriyor, karakterlerin seçimleriyle ilgili yorum yapıyor, bir anda kitabın ortasındayken hikayeye bir son yazıyor... Viktorya dönemi ve postmodernizmin bir araya gelişinden ne doğacağını merak ediyorsanız bence kitabı okumalısınız.


Kitapta klişelerle ters köşeler iç içe geçiyor. Okumaya başladığınızda bir an için romanın sonunu tahmin edebileceğiniz yanılgısına düşüyorsunuz ama kısa sürede bu hayalden uyanıyorsunuz. 

Baş karakterimiz Sarah, sevdiği adamın peşinden gitmesi ve o adamın onu bırakıp kayıplara karışması nedeniyle toplumdan dışlanmış biri. Okuma boyunca Sarah'nın yaşama tutunma mücadelesini ve bu mücadelede hayatına giren insanları görüyoruz. Sarah uzun zamandır okuduğum en güçlü karakterdi. (Spoiler vermeden bu kitap nasıl anlatılır bilmiyorum bazı cümleler içimde patlıyor.)

Kitaba dair sevdiğim bir diğer şey ise ikinci baş karakterimiz Charles'ın düşüncelerini, ahlaki çatışmalarını, gelgitlerini okumaktı. Dışarıdan klasik bir İngiliz beyefendisi gibi görünen birinin kafasından geçenlere eşlik etmek keyifliydi. 

Kimler okumasın: Klasikler klasik kalmalı, biz onları sonunu tahmin edebilir halleriyle seviyoruz, başlarım postmodernizminize diyenler.

Kimler okusun: Viktorya döneminde de güçlü kadın karakter görmek istiyorum. Bütün toplumsal cinsiyet rolleri sizin olsun beni bi' salın diyenler.

Altı çizili satırlar;

- Herkes herkesi tanıyınca ne gizem kalıyor ne de hayaller. 17

- İnsan yüreği insan beynini gaddarca bir süratle hükmü altına alır. 153 (Bende tam tersi oluyor ama neyse :( )

-... ahlaksızlıktan nefret ederim. Ama acıması olmayan bir ahlaktan daha çok nefret ederim. 178

-... zamirler insanların uydurduğu korkunç maskelerdir. 345

- Görev bir çanaktır sadece, içine ne koyarsan onu alır, en büyük kötülüğü de en büyük iyiliği de. 375

23 Ağustos 2020 Pazar

Kuşlar Yasına Gider - Hasan Ali Toptaş

 Kuşlar Yasına Gider'i çok yüksek bir beklentiyle okumaya başladım. Aslında ne beklediğimi de bilmiyordum. Kitabı okuyanlar "müthiş kitap", "harika kitap" vb dışında bir dönüt vermiyorlardı. Yani kitabı elimde aldığımda kafamda bana eşlik eden düşünceler bu minvaldeydi.

Kitap kısaca bir baba oğul hikayesini, babanın sağlık problemleri ile mücadele ederken oğlunun bu mücadeleye dahil oluşunu anlatıyor.


Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bir yakınınızın yürümek, konuşmak gibi üzerinde hiç düşünmeden gerçekleştirdiği eylemleri artık yapamamaya başladığına şahit olduysanız, doktor doktor gezip her tedavi yolunu deneyip çare bulamadıysanız ve sonunda o kişinin yataktan kalkamayacak duruma geldiğini, kurmak istediği cümlelerin gözlerine biriktiğini gördüyseniz bu kitapla ilgili objektif bir yorum yapmakta zorlanacaksınız demektir bu. Ben de bu yazdığım kesimdenim. O nedenle içimden üslubü şöyleydi konusu böyleydi diye sözler söylemek gelmiyor.

Kuşlar Yasına Gider'i okumak sanat filmi izlemek gibiydi. Biraz kasvetli bir havası vardı. Aslında çok ilgi çekici olmayan bir konuyu tüm sadeliği ve gerçekçiliğiyle anlatması bakımından beni tatmin etti. Kitabı okuyanların "harikaydı, müthişti" dışında yorum yapmamasını şimdi daha iyi anlıyorum çünkü kitabın güzelliği sizin yaşam birikiminizde şekilleniyor ve bunu başkasına aktarmak bu nedenden ötürü güçleşiyor.

Peki bu kitabı

Kimler okumasın: İçinde aşk, hırs, entrika, gizem olmayan şeyler beni pek açmıyor canım çok sağ ol diyenler.

Kimler okusun: Bıktım birbirine benzer şaşırtıcılıkta olan kitaplardan ben biraz da hayatın içinden hikayeler dinlemek, durgun sularda duygusallaşmak istiyorum diyenler.

Kitapta altını çizdiğim tek satır;

- ...bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor. 167

15 Ağustos 2020 Cumartesi

Yaz Mimi

Merhaba,


Mimlenince blogger olduğumu hatırladım ve uzun bir aradan sonra yeniden blogger kimliğimle karşınızdayım. İçimdeki Yaz ismine yakışan şekilde bir yaz mimi yapmış ve beni de davet etmiş ben de tabağı boş göndermiyor ve sorularını cevaplıyorum. Teşekkürler.


Dondurma mı meybuz sorbe mi?

Buzlu kahveyi bile buz yemeyi meşrulaştırmak için yapan bir insan olarak dondurma sevdiğimiz bir tatlıdır ama benim sadık yarim buzdur demek istiyorum.


Kavun mu karpuz mu?

Fışır fışır karpuz yemek! Ben dondurup yemeyi de seviyorum karpuzu.


Köy tatili mi deniz tatili mi?

Gidecek bir köyüm olmadığı için seçenekler arasında hiç düşünmüyor direkt deniz tatili diyorum ama gönlüm daha çok kültür turizminden yana.


Otel mi pansiyon mu?

Otel bana çok yapay ve soğuk geliyor. Gidilen yere göre değişir ama pansiyon tipi yerler sosyal çevreyi daha iyi kucaklayabiliyor gibi (sosyal çevreyi kucaklamak mı... sosyal çalışmacı kimliğimle Austenzede kimliğim birbirine karıştı bi' sn.) bundan sebep pansiyonu seçiyorum.


Deniz mi havuz mu?

Bay Darcy'nin evinin önündeki göl demek istiyorum. Lafı Bay Dacry'ye getirmeden 4 soru dayanabildim. Ufak bir kutlamayı hak ediyorum bence ama yine de siz bilirsiniz.


Mayo mu bikini mi haşema mı?

Hiçbir deniz kıyafetini sevemiyorum ben ya neden daha rahat bir deniz kıyafeti yok, yetkililer! (Sondaki "Yetkililer!" kısmını Melikşah Aldundaş sesiyle okumanız önerilir.)


Yüzmek mi güneşlenmek mi?

Birkaç yıl önde hayatımda bir kere güneşlenmeye yeltendim ve tüm vücudum su topladı. Şimdi en az 50 faktör güneş koruyucu kremimi sürüyor ve önüme bakıyorum. Some beyaz ten problems. Ayrıca böyle bir sorunum olmasaydı da güneşlenmeyi seçmezdim sanırım. Güneşlenmek manasız bir eylem gibi geliyor bana.


Sandalet mi terlik mi?

Her ne kadar terlik şimdi çok moda olsa da hatta bazı modelleri çok beğensem de her yerde terlik giymek bana garip geliyor o yüzden sandalet diyorum.


Elbise mi etek mi?

En son Bay Darcy mi Bay Knightley mi ikileminde böyle kararsız kalmıştım. Günlük hayatında etek ve elbiseyle yaşayıp pantolon giyince morali bozulan biri olarak benim için zor bir karar. Seçmen şapkayı göreve çağırıyorum! Sanırım elbise diyeceğim ama etekten de özürlerimin kabulünü rica ediyorum ayrıca.


Yaz mı kış mı?

Yaz. Kış olunca ağlamaklı oluyorum. Yepelek ruhum karanlık ve soğuk havayı kaldıramıyor. 


Yaz miminden saygımla çıkıyorum. Şimdi gideyim de bu mime kimler neler yazmış okuyayım. Hepimize iyi yazlar!

10 Ağustos 2020 Pazartesi

İnsan Olmak - Engin Geçtan

Şu sıralar bir kurgu bir kurgu dışı kitap okuyorum ve bunu yaparken çok eğleniyorum. Üst üste kurgu ya da kurgu dışı okuyunca bunaltıcı gelebiliyor bana ama bu düzeni sevdim. İnsan Olmak da sıradaki kurgu dışı kitabımdı. 


Yazarın anlaşılması zor ruhsal gerçeklikleri yalın ve öz bir biçimde açıklamış olması beni kitaba çeken ilk şeydi. Ama sonra görmezden gelmekte son derece kararlı olduğum bazı acı gerçekler yüzüme tokat gibi çarpmaya başlayınca okumayı yavaşlatma eylemi yapmak mecburiyetinde kaldım. İnsan Olmak, "Bir Kere Okumakla Yakasını Bırakacağımı Sanmakta Çok Yanılan Kitaplar" listemde ilk beşe çoktan girdi. Eğer covid-19 tabir ettiğimiz musibet ardına bakmadan gider de güzel ve güneşli günler görebilirsek ileride tekrar okuyacağım.

Psikoloji hakkında okumayı sevmiyorsanız bile bu kitabı okumaktan keyif alabilirsiniz bence. İnsanın kendisine ve insanlığa karşı bakışını değiştirebilecek nitelikte bir çalışma.

Kimler okumasın: Pandemi, işsizlik, hayat pahalılığı ve dahası ile lirik dans ededurmuşken bir de insan olmayı kendime dert edinemem diyenler.

Kimler okusun: Ne karşımdaki insanların davranışlarını ne kendi davranışlarımı anlayabiliyorum yetiş ya psikoloji bilimi diyenler.

Altını çizdiğim satırlardan birkaçı

- Bir insanı sevmek onun gerçeklerini anlamaya çalışmayı da içerir. 49

- Sinsice yaşanan duygular, insanların bize, bizim de onlara ulaşabilmemizi engeller. Çünkü gerçek  bizi değil, gösterdiğimiz yanlarımızı kabul ederler. Sonunda, kabul edilen gerçek benliğimiz olmadığından, kendimizi de kabul edilmiş hissedemeyiz. 56

- Aslında başkalarını küçümseyen insan, kendisini de küçümseyen, dolayısıyla küçümsenmekten korkan biridir. 77

- Gerçek anlamda sevgi, diğer insanları da kendimiz kadar sevebilmeyi içerir, kendimizden çok ya da kendi yerimize değil. 172

5 Ağustos 2020 Çarşamba

Yeşilin Kızı Anne- L. M. Montgomery

Anne ile ilk tanışmamız çok eskilere dayanıyor. Anne of Green Gables animesinde görmüştüm onu ama üzerinden çok zaman geçtiği için unutmuşum. Daha sonra Netflix dizisi Anne With An E'deki Jane Austen referansları sosyal medyaya düşmeye başladığında Anne ile tekrardan bağ kurmamız gerektiğini anladım. Bir şeyde Jane Austen'den ufacık bir parça bile olsa hemen etkilenmek ve o şeyi idealize etmek huyumdan ne zaman vazgeçeceğim acaba? 50 yaşıma geldiğimde de böyle kapılacaksam işimiz var gibi.


Daha diziyi izlememişken Anne ineklerine Pride ve Prejudice ismini verdiği an, işte o an karar verdim bu diziyi sevdiğime. Hele dizideki bir mektubun Mr. Darcy'nin mektubuna benzerliği sevgimi katlandırdı. Bendeki bu hoşlantı kara sevdaya dönüşürken kitabı okumak farz olmuştu artık. Eğer bir aksilik çıkmazsa -aksilik dediğim de şey yani pandemide 2. dalga yani küçük bir aksilik diyebiliriz- kitabı Jane Austen Kitap Kulübü'nde de tartışacağız. 

Aslında ben sadece ilk kitabı okudum ve devam kitaplarının da olduğunu öğrendim o nedenle dizide hangi kitapları baz aldılar bilemiyorum ama kitap diziye göre çok daha sakin ve olaysızdı. Dizide karakterlerin geçmişleri hakkında daha çok şey öğrenebiliyorsunuz. İlk kitaba göre dizi daha doyurucuydu. Devam kitaplarını da okumak düşüncesi çoktan geldi oturdu baş köşeye.

Normalde bu yazıda, diziyi izlerken sürekli düşündüğüm duygusallığa yapılan ötekileştirmeden ve standart güzellik kalıplarına uymamanın sonuçlarından bahsetmek isterdim ama bu düşüncelerimi çoktan yazmışım. Üzerlerine tıklayarak yazılara ulaşabilirsiniz. Ben okurdum...

Peki kitabı

kimler okumasın: Duyguların ifadesini yararsız buluyor ve nerede bir duygu görsem altındaki tabureye bir tekme vuruyorum diyenler ve gerçekçiliğin son kalesi gibi bireyler.

kimler okusun: Çiçek desenli şeylere bile bakınca bir dörtlük patlatasım geliyor tutamıyorum içimdeki duygusalı diyenler.

Altını çizdiğim satırlardan birkaçı: 

- ... güneşli bir günde neşeli olmak ve üzüntüye dayanabilmek daha kolaydır. 46

- Hayatım, gömülmüş umutların muhteşem mezarlığıdır. 53

- Ama herkes gülünç görünürken sade ve makul görünmektense, ben de gülünç görünmeyi tercih ederim. 108

- Birazcık takdir, bazen özenli bir şekilde yetiştirme kadar faydalı oluyordu. 258

- Endişelenmek biraz işe yarıyor, sanki bir şeyler yapıyormuş gibi hissediyorsun. 379


3 Ağustos 2020 Pazartesi

Seninle Başlamadı- Mark Wolynn

Hayatındaki yolunda gitmeyen şeylerin sorumluluğunu başkasına atmak isteyenler, toplaşın. Kendimizi kötü hissetmemizin suçunu genlerimize atan müthiş bir kitap okudum. Bu kitapla ilgili en sığ yorumu yapan kişi ödülü falan varsa bir yerlerde onlara beni gösterin rica ederim.


Tamam, kendimi ciddiyete davetime icabet ediyorum hemen şimdi. Seninle Başlamadı'ya göre 3 nesil aynı biyolojik çevreyi paylaşıyor ve birbirine bağımlı gibi bir yaşam sürüyor. Şu yaşınızda sebebini asla anlayamadığınız bir ruhsal çöküntü içindeyseniz nedeni anneannenizin bir travması olabilir diyor yazar. Bu tam hassas ruhlara göre bir durum. Kendi sorunlarının yanında başkasının travmalarının da buhranını yaşamak çok şiirsel ama acı bir gerçek de aynı zamanda. Bu duruma dramatik bir dörtlük yazma isteğimi çabucak bastırıyor ve yazıya devam ediyorum.

Kitaba dönecek olursak; Seninle Başlamadı, bu ana gerçeklik üzerinden örneklerle ilerleyen bir eser ve eğer psikolojiye biraz ilgi duyuyorsanız akıcı bir okuma deneyimi sunuyor. Diyeceklerim bu kadar.

Kimler okumasın: insan psikolojisi hakkında bir şeyler öğrenip yoktan yere dert sahibi olacak kadar delirmedim daha orada durunuz rica ederim diyenler.

Kimler okusun: ruhi bunalımımın nedenini her yerde aradım bilinç altım artık delik deşik, yangın var diye bağıracağım diyenler.

Altını çizdiğim satırlardan birkaçı;

- "Bilinçli olmayan ne varsa, kader olarak deneyimlenecektir." Jung

- Zihinsel anlayış kendi başına kalıcı bir değişimin meydana gelmesinde nadiren yeterli olur. Sıklıkla, farkındalığa derinden hissedilen bir içgüdüsel deneyimin eşlik etmesine ihtiyaç vardır. 29

- Bazen acı kendini ifade edebilecek bir yol bulana kadar saklı kalır. 30

- "Travmanın geçmişten uzanarak yeni bir kurban seçme gücü vardır." 41

25 Temmuz 2020 Cumartesi

Füreya- Ayşe Kulin

Ne zaman etkileyici bir yaşam öyküsü okusam bir de dönüp kendi yaşamıma bakarım yaşam mı diye. Ayşe Kulin'in Füreya'sı da bu etkiyi bırakan bir biyografiydi. 


Hayat hikayeleri dinlemek en iyi terapi seansından bile daha iyi geliyor insana bence. Yaşam öyküsünün sonu geldiğinde "ya galiba hayat o kadar da önemsenecek bir şey değil" diyorsun. Gerçi ben 2,5 dk içerisinde endişelenecek yeni bir şeyler bulabilme becerisiyle ödüllendirilmiş bir insan kişisiyim ama siz bana çok takılmayın. 

Füreya Koral hakkında hiçbir şey bilmeden okudum kitabı ben. Böyle bir okumanın daha keyifli olduğunu düşündüğüm için burada da Füreya'nın hayatından bahsetmeyeceğim. 

Herkesten öğrenilecek bir şey vardır derler ya ben de Füreya'dan kendini önemsemenin ehemmiyetini öğrendim. Başka biri benim az önce kurduğum cümleyi kurmuş olsaydı "çok sıradan" diye düşünürdüm ama hayatımın bu döneminde benim için anlamı büyük oldu. Yani lafı "onli Allah ken cac mi" demeye getiriyorum.

Kimler okumasın: başkalarının görkemli hayatlarını okutup da kendi hayatımı bana mı kırdırmaya çalışıyorsunuz anlamıyorum ki diyenler.

Kimler okusun: bir şeylere geç mi kaldım ben acaba yol yakınken hayal kurmayı bıraksam mı diyenler.

Altı çizili satırlardan birkaçı:

- Ölümün nasıl geldiği her nedense pek önemlidir geri kalanlara. 196

- Ama mantık ne zaman sevginin esiri olmamış ki. 56

- Ne hoş bir ölüm olurdu yok oluvermek. 328

5 Temmuz 2020 Pazar

Jane Austen Kitap Kulübü #11 Çalıkuşu

Hayatımıza bir anda giren Covid-19 tabir ettiğimiz musibet marifetiyle yaklaşık 4 aydır Jane Austen Kitap Kulübü'nü yapamıyorduk. Bu süreçte anksiyetem ve obsesyonlarımla kitap tartışmak, iç konuşmalarımda lafı Bay Darcy'ye getirmek suretiyle kitap kulübünü yad etmek mecburiyetinde kaldım. Ve yeni normalde bu pek de normal olmayan gidişatıma dur demek için bir adım attım. 

Jane Austen Kitap Kulübü'nü el birliği ile Açık Hava Kitap Kulübü'ne çevirdik. 30 Haziran Salı günü 19.00'da Maçka Parkı'nda Çalıkuşu tartışmak üzere buluştuk. Konuştuklarımıza geçmeden önce pandemide bile gelip benimle kitap tartışan değerli üyelerimize teşekkür ederim. 

Kayıtlarıma göre Çalıkuşu -çocuk kitaplarını saymazsak- benim hayatımda okuduğum 28. kitapmış ve şöyle not düşmüşüm: Hayatımda okuduğum en güzel kitaptı! (ne çok kitap dedim). Sence de biraz acele karar vermemiş misin Austenzedeciğim, sadece soruyorum. Kulüp üyelerinin de ilk okudukları romanlar arasındaymış aynı zamanda Çalıkuşu.


Öncelikle Google marifetiyle yazarı ve kitabın yazıldığı dönemi şöyle bir araştırdık. Evet bunu önceden yapmamız gerekiyordu ama affedin. Jane Austen gibi etraflıca bildiğimiz bir yazardan yeni çıktık düşüncelerimizi, bilgilerimizi nereye koyacağımızı şaşırıyoruz.


(Her şey kitap kulübünün yüksek yararı ve sağlığı için.)

Eserde üzerinde durulması gereken pek çok önemli konu vardı. Biz İhsan'a acıyarak kitap tartışmamıza giriş yaptık. Ve devamında bütün erkek karakterleri enine boyuna inceleyip yine İhsan'ın hakkının yenmesine kızarken buluverdik kendimizi. E oradan da bir Bay Darcy'ye uğramadan edemedik tabii. Onu da şöyle bir övüp göklere çıkardıktan sonra Feride'yi konuşmaya başladık.

Günümüz şartları ile Feride'ninkileri karşılaştırıp içimizdeki "Feridelikleri" masaya yatırdık. 

Ardından bir 10 dk kadar da Kamran yerdik ama çok da üzerine gitmedik.

Erkek bir yazarın kadın bir karakteri nasıl bu kadar iyi anlatabildiğine şaşırdık.

Çalıkuşu'nun kelime dağarcığımıza katkılarını konuştuk. Mamafih, lakırdı gibi kelimeleri ilk okuyuşlarımızı hatırladık.

"Şşt küçük hanım!" sahnesinin hepimizin rüyasına hiç yoktan bir kere girdiği konusunda hemfikir olduk. Ve konuşmamızın ardından gelen 3 dk boyunca o ses kafamızda yankılandı.

Feride'nin yaramazlıklarını, bastırdığı duyguların dışa vurumu ve kendine acınmasını istememe olarak yorumladık. (Kişisel geçmişindeki tek yaramazlığı kapı kollarına bıçakla lale çizmek olan birisi olarak iddialı bir cümle kurdum ama idare ediverin :D)


Eserim...(5 yaş)

Hazır duygulardan laf açılmışken Feride'nin "Nişanlım" dediği için Kamran'ın ağzına vurmasından hareketle sevgi gösterme biçimlerinin herkeste farklı olduğunda hemfikir olduk ve Feride'nin kimse tarafından anlaşılamadığını düşündük.

Ardından bir 10 dk kadar daha Kamran'ı ve "sarı çiçek romanını" baştan sona yerdik.

Aşk acısından kendini Anadolu'ya vuran favori karakterler listemizde birinci sıraya Feride'yi ikinci sıraya ise Hatırla Sevgili Ahmet'i yerleştirdik. Bu sırada Hatırla Sevgili'yi izlemeyenleri hafifçe sosyal dışlanmaya maruz bırakır gibi olduk ve "Ah Necdet!" demekten de kendimizi alamadık.

Dizisi/filmi olan her eser gibi bunun da oyuncu seçimlerini yorumladık, kitaptaki bütün sarışın karakterlerin dizide esmer olmasına şaşırdık ve kendimize göre bir cast seçimi yaptık. Oy birliğiyle Kamran'ı Boran Kuzum'a yakıştırdık. 

Kitapta çizilen Anadolu resmini konuştuk ve Anadolu'ya gerçeğin gözünden bir bakış attık.

Hatice Hanım'ın ölümü çocuklara anlatmasını ölümün ısrarla göz ardı edilmeye çalışıldığı günümüz gerçekliği ışığında değerlendirdik. 

Kitabın -bendeki baskısının- 383 ve 384. sayfalarını yüksek sesle okuduk. (Bu kısmı her okuduğumda Feride'nin duygularını apaçık anlatışı kendini yargılaması, tartması beni mest ediyor.)

Bir ara Kamran bu kadar sevdiyse neden hemen gidip evlendi bir de çocuk yaptı diye yükseldiğimizi hatırlıyor gibiyim ama Allah'tan çabuk sönüyoruz.

Kitaptaki Feride karakteriyle TRT yapımı dizideki değişim elçisi görevini üstlenmiş gibi olan Feride karakterini karşılaştırdık. Karakterleri kendileri yapan ana özelliklerin değiştirilmesine biraz ağır konuştuk.

Miralay Hayrullah Bey karakteri hepimizden tam not aldığı için onu alkışlarla uğurladık.

Ve son olarak Müjgan olmasaydı bu hikayeden hiçbir şey olmayacağı kanaatine vardık. Herkese hayatta bir Müjgan lazım demek doğru mu bilmem ama lazım galiba ya :(

Son olarak dedim ama kalkmadan bir kez daha İhsan'a üzülüp öyle ayrıldık.

İnsan görmeden karantinada geçirdiğimiz hayatlarımıza açık havada oturup konuşmak çok iyi geldi. Şahsen ben diyalog kurmayı neredeyse unutur gibi olmuştum. Sosyalleşmek de bisiklete binmek gibiymiş adımımızı atınca hatırlayıverdik. Bunlar neçe eşsiz benzetmelerdir yahu sadece diyalog kurmayı değil yazı yazmayı da unutur gibi olmuşum :(


Metroya doğru yürürken yeterince Bay Darcy konuşmadığımızı düşündüğüm için konuyu yine oraya getirmeye çalıştımsa da muvaffak olamadım anlatacak o kadar çok şey birikmiş ki Bay Darcy'ye bile vakit ayıramadık. Neyse canım diğer toplantıda daha çok konuşuruz. (Nasıl ustalıkla(!) daha çok Bay Darcy konuşmak için sebep oluşturdum fark ettiniz değil mi? Bu benim zanaatım.)

Eğer olağanüstü bir durum olmazsa açık hava kitap kulübünü devam ettirmeye karar verdik ama şimdilik diğer toplantıda hangi kitabı konuşacağımız belli değil. Belli olunca buradan ve sosyal medya hesaplarımdan duyuracağım. Bir sonraki kitap kulübüne kadar hoşça kalın.

28 Haziran 2020 Pazar

Dervişin Teselli Koleksiyonu - Mecit Ömür Öztürk

Kitabın adını her okuduğumda kafamda Cihan Mürtezaoğlu'dan Teselli çalıyor. Durun içimde şarkıyı söylemeyi bitireyim yazıya başlayacağım.


"Kadim teselli ustalarıyla, teselliye muhtaç gönülleri buluşturmak, bu kitabın varoluş sebebi!" şeklinde iddialı bir tanıtım cümlesi var kitabın. Dervişin Teselli Koleksiyonu; İhtiyaç Tesellisi, Acz Tesellisi, Seçim Tesellisi gibi başlıklardan oluşuyor. Her başlığın altında ünlü düşünürlerin görüşlerine yer veriliyor. Dini yönü daha ağır basan bir kitap. Teselliye ihtiyaç duyduğum bir dönemde kitabı büyük umutlarla almıştım ama biraz hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Temaların derinine inmeden bir sürü özlü söz, kıssadan hisse okumak bana hitap etmedi.

Tam da kaygıyı ve olumsuz düşünceleri konfor alanım dışına itmeye çalışırken "dertli olmanın" övülmesi beni daha da dibe çekti. 

Bu tarz kitaplar çok kişisel bir okuma deneyimi sunuyor. Hayatında büyük problemler olan biri kitabı okuyunca bir ferahlama yaşayabilir belki de bilemiyorum.

Aslında eser tam bir baş ucu kitabıydı ama ben tez canlı bir insan olduğum için ömrüm boyunca baş ucu kitabım olamadı. Bir kitabı elimde en fazla bir iki hafta -olağanüstü bir  durum yoksa- tutabiliyorum. Baş ucu kitabı olanlara da hayranlıkla bakıyorum. 

Böyle kitapları yazarken bir anda etrafımda ciddi bir hava oluşuyor. Bu hissi sevmediğimi belirtmek istiyor ve yazıyı burada sonlandırıyorum. Hadi görüşürüz.

Kimler okumasın: Ben savunma mekanizması olarak olumsuzluklardan kaçmayı kullanıyorum canım çok sağ ol, positive vibes only diyenler.

Kimler okusun: Olumsuzluklar karşısında "Oo yeni bir musibet mi gel geç şöyle otur baş köşeye" tavrında olanlar.

Altını çizdiğim cümlelerden birkaçı:

- Kıyas ortadan kalktığında, keder dahi bir saadet türü olur. 22

- Herkes işe ihtiyacı olduğunu düşünür (;) ama kimi zaman insanın işsizliğe de ihtiyacı olabilir. İşsiz kalmanın içinde birçok hikmetler saklıdır. Zaman olur, insanın kendini bulması, kafasını ve düşüncelerini toparlaması, istikamete girmesi ancak işsizlik vesilesiyle mümkün olabilir. 27 

(İşsizliğin ne demek olduğunu uzun süre deneyimlemiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki içindeyken kabus gibiydi ama kendimi tanımamdaki etkisi göz ardı edilemeyecek büyüklükte. Yine de kimsenin uzun süre işsizlikle baş başa kalmamasını temenni eder gözlerinizden öperim, akrabalara selam.)

- Henüz yanına gelmediğin köprüden geçmeye uğraşma. 49

(Karşılaştığım durumlarda olabilecek birden fazla ihtimali düşünüp hepsinin sıkıntısını ve sevincini ayrı ayrı yaşayıp eğer olaya dahil olan başka insanlar varsa onların gözünden de değerlendirme yapıp adımlarını ona göre atan bir insan olarak bu alıntıyı kendime yazıyorum :( Bunun yanlış olduğunu bir gün öğreneceğim ve sanırım her şey için çok geç olacak.)

19 Haziran 2020 Cuma

Şeffaflık Toplumu Üzerine Lakayıt Bir Yazı

Bir derste geyik muhabbeti yaparken bile ünlü düşünürlere atıf yapmaktan kendini alamayan, alıntısız cümle kurduğunda gözlerinin feri söndü sönecekmiş gibi olan sınıf arkadaşım bu kitabı önermişti bize. Bir şey önerildiğinde icabet etmeyi boynumun borcu bildiğim için kitabı okudum.


Şeffaflık Toplumu dikkat gerektiren bir kitap. Hem çeviri hem konunun derinliği ve kitabın incecik olması anlamayı biraz güçleştiriyor. Yazar kitapta modernizm eleştirisi yapıyor bunu yaparken de teşhirciliğe ve günümüz alışkanlıklarına değiniyor.

Bir sosyal medya kullanıcısı olarak -kitabın da bunu istediğini düşündüğüm şekilde- kendimi ziyadesiyle kötü hissettim. Yine de sosyal medya etkisiyle artık gerçekten daha mı fazla şeffafız merak ediyorum. 2 Twitter 2 Instagram 1 Blog hesabı olan ben düşünüyorum da tüm hesaplarımı olağanüstü bir dikkatle takip eden biri bile beni ne kadar tanıyabilir bilemiyorum... Bu açılışla yazıyı anEliz şelalesine doğru sürükleme fikrindeyken bunun için çok yorgun olduğumu fark ettim. Kendimi ikna edebilseydim "kontrol toplumu"na evrilmenin korkunçluğu üzerine de birkaç cümle kuracaktım ama kısmet değilmiş.

Peki bu kitabı kimler okumasın: günün sonunda ben like sayımdan karakter tahlilimi yapar, takipçi sayımı sevgiye ve ilgiye layık bir insan olup olmadığımı değerlendirmek için bir ölçek olarak kullanır, takipten çıkanlara hesap sorar, bunu da 'değersizlere verdiğim değerin neye değdiği' hakkında çıkarımlarda bulunmak için kullanır ardından da bir sitemli söz paylaşımı yaparım diyenler.

Kimler okusun: her durumda 'kesin ip var yüz ifadesi' takınanlar ve kavramsal konuşmaktan zevk aldıkları için karşılarında boş gözler görmeye alışkın olanlar.

Altını çizdiğim satırlardan bazıları;

- Enformasyonun artmasının daha iyi kararlar verilmesine zorunlu olarak yol açmadığı kanıtlanmıştır. Örneğin sezgi eldeki enformasyonun ötesine geçer ve kendi mantığını izler. Giderek artan, hatta aşırıya kaçan enformasyon yığını günümüzde üst düzey yargı yetimizi köreltmektedir. 19

- Dijital fotoğrafçılıkta negatif yoktur. Ne karanlık oda ne de banyo gerekir. Öncesinde negatif bulunmaz. Pozitiften ibarettir. Olma, yaşlanma, ölme silinmiştir. 26

- Tecrübe başkasıyla karşılaşmaktır. 56